İbrahim Halil Öztürk yazdı
Apartman Sahne 2018 yılının Şubat ayında tüm tiyatroseverlere kapılarını açtı. Kadıköy, Koşuyolu’nda bulunan bu tiyatro ve sanat mekânı elli kişi kapasiteli özel olarak tasarlanmış aynalı bir salona sahip. Bu salonda stand up, doğaçlama ve atölye çalışmaları yapılmakta. Salonun hemen yanında ziyaretçilerin keyifli vakit geçirebilmeleri için tasarlanmış küçük, samimi, hoş bir kafe de mevcut.
Apartman Sahne’ye ben ilk defa gittim. Küçük ve kullanışlı sahnesi seyirciyi oyunun içinde hissettiriyor. “Eşyalı Kiralık” oyunu bir üçlemenin son halkası ve “Çekil! İtme Beni” ile başlayan serinin ikincisinin ise önümüzdeki sezon sahnelenmesi planlanıyor. Yazar oyunu yönettiği gibi aynı zamanda Yelda karakterine hayat vermiş. 90’lı yıllarda geçen bir gençlik hikâyesi yazmayı planlayan yazar Sıla Erkan, dramaturg Nagihan Gürkan’la çalışırken oyunun aslında bir sit-com estetiğine daha çok yakışacağını düşünmüş. Nitekim öyle de olmuş. Yer yer durum komedisine evrilse de özellikle ilk bir saate yakın kısmını yüreğime çöreklenmiş bir hüzünle izlediğimi söyleyebilirim. Bu hüznün sebebinin karakterleri çok benimsememle mi yoksa bir 90’lar çocuğu olmamla mı ilgisi var emin değilim. Gerek dekor tasarımları olsun gerek karakterlerin ağzından dökülüp ruhuma dokunan şiirsel replikleri olsun gerekse rolüyle bilfiil bütünleşen oyuncu performansları olsun hepsi kendi kategorisinde ortalamanın hayli üzerindeydi. Oyuncu performansı demişken, beş farklı karakteri canlandıran her bir oyuncunun kalburüstü yeteneklere sahip olduğu kanısındayım. Lakin 16 yaşındaki Azra’yı canlandıran Beria Peren Uçar’ın oyunculuğu arkadaşlarına nazaran birkaç tık daha parlıyor gibiydi, ki 2023 yılı Direklerarası Tiyatro Ödülleri’nde Umut Veren Genç Kadın Oyuncu ödülünü alarak oyundaki başarısını tasdiklemiş durumda. İsmini not aldım, bundan sonraki işlerini kesinlikle takip edeceğim. Sarper Özcan da aynı ölçüde başarılıydı. Sahnede olduğu her an, repliklerinin olmadığı bölümlerde bile jest ve mimikleriyle can verdiği Ergin’e bir kişilik, kendine has bir mizaç katıyordu. Emrah Deniz ile Soner Cuger’in ise yazarın pek derinlik katamadığı karakterleri nedeniyle fazla sivrilemediklerini düşünmekteyim.
Oyun Azra’nın umutsuzca gönlünü kaptırdığı Ilgar’ın fotoğrafına bakarak konuşmasıyla başlıyor. Ters dubleks evinde bir mezarlığın içindeymiş gibi konuşması ilk dakikadan hoşuma giden metaforlardan biri oldu. Ardından karakterlerin sahneye girmesi ve birbirleriyle kurdukları diyaloglarla kendini inceden inceye hissettiren kırılgan ve duygulu bir atmosfer biz seyircileri usulca bağrına bastı. İzleyenler abarttığımı düşünebilir fakat seyrettiğim temsilin bir süre daha geniş bir sahnede daha büyük bir prodüksiyonla daha çok seyirciye ulaşması gerektiğini düşündüm. O kadar heyecanlanmıştım ki perde kapanmadan bu oyunu kimlere tavsiye edeceğimi kafamda kurmaya başlamıştım. Gel gör ki insanı güvende hissettiren bu ambiyans sentetik bir pembe dizi havasına büründü zaman ilerledikçe. Beş kişi arasında yaşanan ilişki sarmalı ve entrikalar takibi keyifli hale getirebilecekken öykünün naifliğine zarar vermeye başladı.
Son yarım saate girdiğimizde tabiri caizse “final”ler saldırısına maruz kaldık. Özellikle yılbaşı gecesi herkesin sevdiği şarkıyı mırıldandığı andan itibaren oyun, bir bacağı kırılmış üç ayaklı sandalye gibi sallanmaya başlamıştı. Yazarın her karakterine özellikli bir son yazma kaygısı sallanan bu sandalyeyi yerle bir edip toparlanmasına imkân vermedi. Hâlbuki çok tatlı çok içten bir şeyler izleyeceğim izlenimi uyanmıştı başlarda ama gerçek hayatta olduğu gibi bazı hikâyelerin yarım kalacağına inanmak yerine nihai bir akıbet yaratma çabası beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. İlla hepsine son yazılacak diye birileri ölmek, hapse girmek, İtalya’ya kaçmak ya da ne bileyim, karakterine taban tabana zıt bir aşk ilişkisi yaşamak zorunda değildi.
Her ne kadar akla ilk gelenler olmasa da bizi o yıllara götüren şarkılardan mix'ler sunmalarını çok beğendim. Sanırım beni özlem dolu duygulara sürükleyen de bu oldu çünkü bana kalırsa şarkılar ve televizyon dünyasına damgasını vurmuş Biri Bizi Gözetliyor ses efektleri olmasa hikâyenin 90’larda geçtiğini pek de algılayamayacaktım. Bu durum benim nostalji bombardımanına tutulacağım beklentisinden de kaynaklanıyor olabilir, erkeklerin giydiği bol pantolonlar dışında o döneme ait esintilerin daha çok olmasını dilerdim. Yine de sanat tasarımcısının gerek kostümle gerek dekorla olsun sanatını konuşturduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Sıla Erkan’ın da kalemini pek sevdim. Çok daha derinlikli ve kaliteli işlere imza atacağına nerdeyse eminim.