Röportaj: Bilgin GÜNGÖR
Yazarlıktan yönetmenliğe, çevirmenlikten tiyatro oyunculuğuna kadar pek çok alanda toplumcu duruşun mücadelesini veren ve -tabir-i caizse- “toplumcu bir Rönesans insanı” olan Yılmaz Onay hocamızla, sanat ve edebiyatın dünü, bugünü ve yarını üzerine bir röportaj gerçekleştirdik. Bu röportajı sadece hocamızın şahsi fikirlerinin özlü bir çerçevesini sunan bir metin olarak değil; aynı zamanda sanatta ve edebiyatta geleceğin yeniden inşasına yönelik bir yol haritası olarak da okumanız dileğiyle…
Yazarlık, yönetmenlik, çevirmenlik, tiyatro oyunculuğu… Da Vinci, More gibi tipik bir Rönesans aydınını çağrıştıran “polymath”lığınızla, yıllardır ülkemizin kültür ve sanat birikimini daha da ileriye taşımak adına nitelikli eserler ortaya koymuş birisi olarak, dünyada ve ülkemizdeki hem kültürün hem de sanatın yönelimleri husûsunda neler söylemek istersiniz.?
Bu çok kapsamlı bir soru. Özet olarak yanıtlamaya çalışayım: Bir kez ülkemizde kültürün özellikle son dönemde fena halde geriletildiğini söyleyebiliriz. Henüz sanata fazla dokunamıyorlar(dı). Ama gündeme aldılar. Belki de, önümüzdeki sezonda, TUSAK denen saçmalığı devreye sokup tüm sanat alanını esir alırlar. Dünyada ve ülkemizdeki gelişmenin ortak yanı olan şimdiki sanata bakacak olursak, her ikisinin de postmodernizmin baskısında oluğunu görürüz. Ancak dünya, postmodernizmin hiçbir işe yaramadığını yavaş yavaş farkettiği için ondan yüz çevirmeye başlamışken, bunun farkında olmayan ülkemiz “postmodern sanatçı”ları, hâlâ o yolda ”ilerlemekteler” kanımca.
Adorno’nun “Kültür Endüstrisi” olarak kavramlaştırdığı olguyu baz alarak düşünürsek, dünyadaki ülkemizdeki post-modern kültür ve sanatın ilerici bir niteliğe sâhip olduğunuz söyleyebilir miyiz?
Bu sorunuzu kesin bir “hayır, asla!” ile yanıtlamak zorundayım. Neden olarak, anlaşılmamayı amaç edinebilen, bunun için icabında sıkıcı olmayı göze alabilen, insanlığın başarısızlıklarına ve zalimliklerine odaklanabilen, daha da ilginci, bütün bunları sırf Sovyetlerin “sosyalist gerçekçi”liğinin olumlu ve insancıl koşularının tam karşıtı bir sanat gerekli! diye yapabilen bir sanatın ilerici olması düşünülemez bence. (Bknz. “Gerçekçilik Yeniden”. Y.Onay. Yordam Kitap 2012, S.164 ve S. 166). Evet, resim alanında ABD’de önce eski komünist ressamlar başlatmışlar bu “akım”ı. Ama onların yaptıkları belki de kısa sürede eriyip gidecek olan bu “saçma sapan” resimleri, hiçbir şeyi beğenmeyen ABD yetkililerinin (“bu sanatsa ben de zenciyim”), CIA eliyle – sözde büyük sermayedarlar, koleksiyoncular, müzeler, galeriler satın almış gibiye getirip – büyük paralarla yıllarca pompalamaları neden acaba? (Bknz. “Modern sanat CIA’nın slilah’ıydı”. “Gereçekçilik Yeniden”; age. S.19-21) “Kültür endüstrisi”nin karakteristiği olan, sanatın metalaşmasına da güzel bir örnek teşkil edebilecek bu olay, böylece o resimlerin, gûya sanatsal “özgürlüğün” bir ürünüymüş gibi görünmesine ve “akım” halini almasına neden oluyor. Ama soyut expresyonizm adını taktıkları bu akım’ın temsilcisi olan eski “komünist”lere en güzel eleştiriyi yine Brecht getirmiş:
“ Bakıyorum, somut nes¬neyi resimlerinizden kovmuşunuz. Ne diyeyim, siz ki, dünyayı içinde yaşanamaz biçimde değiştirmeyi amaçlıyorsunuz, bir de komünistiz demenize şaşıyorum. Hani, komünist değil de, egemenlerin hizmetine girmiş zekâlar olsaydınız, yaptıklarınıza hiç de şaşmazdım, hatta şaşmak şöyle dursun, çok mantıklı bulurdum” (Die Brecht - Lukâcs Debatte, “Brecht ■ Lukâcs Form, 1/1967, Berlin, S. 252). Ayrıca P. Anderson, kimi “radikal düşünür”lerin postmodernizme teslim oluşunu, 1983’te yayınladığı kitabında şöyle tasvir ediyor: “Anlamı yerle bir ettiler, hakikati istila ettiler, etik ve siyaseti arkadan vurdular, tarihi yok ettiler. (“Gerçekçilik Yeniden”. Age, S.182-183).
Bütün bunlardan sonra kararı siz veriniz.
İlk olarak Mustafa İsen’in -ismen- kullandığı; hemen ardından İskender Pala’nın manifestosunu yazdığı; daha sonra ise Dücâne Cündioğlu’nun eleştirisini yaptığı “Muhafazakâr Sanat” konusunda söylemek istedikleriniz nelerdir?
Böyle bir sanatsal kategori ancak bizde keşfedilebilirdi, o da oldu işte. “Tutucu sanat”, “konservatif sanat”, bu “ucube” akım, bu kavram çifti yan yana gelmeyi bile istemeyerek açıkça isyan eden iki kavram. Ama bir bakıma hak da veriyorum: Yazık, ne diyeceklerdi yani? Kendilerinin bayatlamış – yazıldığı an için de bayat olan – eserlerini, başka türlü nasıl kakalayacaklardı sanat dünyamıza? Ayrıca “modern” sanatımızda da bayat eserler yok mu, var kuşkusuz, ne var ki onlar hiç değilse kendilerine böyle bir kategori uydurup dayatma yapmaya kalkmıyorlar. Ama bence böyle numaralardan kaygılanmaya gerek yok. Çünkü sanat alanı öyle bir alandır ki, hukuku eğip büküp kendine benzetebilirsin, idareciliği haydi haydi, sağlığı keza, vb. Ama sanat alanında baskıyla, dayatmayla hiçbir şey yapamazsın, yaptıramazsın, yapılacak güzel şeyleri engellersin olsa olsa.
Müsâdenizle “gözlem ölçeği”mizi biraz daha daraltıp edebiyâta gelelim. Birçok toplumcu eleştirmen ve yazar, ülkemizin son dönem edebiyâtının -hemen hemen- bütün alanlarındaki (ki buna dramatik bir edebiyat olan tiyatro da dâhil) “post-modern açmaz”a yönelik eleştiriler ve ondan kurtulmak için çeşitli reçeteler sundu/sunmaya da devâm ediyor. Söz gelimi eleştirmen-yazar Ahmet Yıldız, “Kertenkeleler ve Edebiyat” adlı eserinde, “Türk edebiyâtının hâlâ Eşkıya’sını aradığı”nı dile getirmişti. Toplumcu-gerçekçi bir yazar olarak siz de, edebiyâtımızın (veya özelde tiyatromuzun) ân itibâriyle içerisinde bulunduğu “post-modern açmaz”dan kurtulması husûsunda neler söylemek istersiniz?
Bir kez diyeceğim şu ki, illa Batı’dan örnek alınacaksa en azından oradaki bir tek ”akım”ın peşine takılınmasın; başka çabalara da bir göz atılsın, var çünkü, yok değil. Kaldı ki, elbette dünya sanatı izlenmeli, ama sırf içinde taklit edilecek bir şey bulur muyum acaba, diyerek değil (taklidin her zaman aslından da daha kötü olduğu bilinmeli). Öte yandan o sözünü ettiğim “başka çabalar” zaten her ülkenin kendine özgü sorunlarının evrensel bir dilde işlenişi çabaları, kendi iç çelişkilerinin evrensel çelişkilerle çakışan yanlarını esas alan çabalar. Böyle olduğu için taklit edilemezler, ama model olarak yararlanılabilir kuşkusuz – o da eğer illa yararlanacak bir modele zorunlu ihtiyaç varsa… Bence öyle bir ihtiyaç da yok. Ülkemiz sanatı edebiyat ve tiyatro alanında dünyaya model sunabilecek birikimlere sahiptir kanımca.
Yakın zamânlarda, Şehir Tiyatroları’nın özelleştirilmesi ve –bir anlamda- onların sermâye yahut da tek tek tiyatrocular tarafından işletilmesini salık veren yasal düzenlemeler hakkında düşünceleriniz nelerdir?
Bunların tümünün, Şehir Tiyatroları’ndaki şu kadarcık özerkliği de yok etmenin bahaneleri olduğunu bilirsek böyle numaralara kanmayız. Biliyorsunuz, şehir tiyatrolarının işleyişine yapılan son müdahale ile zaten özerkliği iyice iğdiş edilmişti. Şimdi sözde daha güzel işletme tarzları öneriliyor. Hepsi palavra. Dünyadaki örneklerine baksınlar yeter. Şehir tiyatroları için (aslında tüm kamu tiyatroları için) tek işletme farzı, tam ödenekli ensemble tiyatrosu’dur, belli dönem için belli anlaşma ile gelen bir sanat yönetmeni tarafından yönetilir ve verilen paranın yerine harcanıp harcanmadığının denetimi dışında kimse karışamaz ona. Öyle tüm şehir tiyatrolarının tek bir genel sanat yönetmenine bağlanma saçmalığı da olmaz. Her bir ensemble tiyatrosu, en fazla bir büyük, bir küçük salon ve bir de stüdyo (oda) tiyatrosunu kapsamalı, daha fazlasına bir sanat yönetmeninin gücünün yetmediği saptanmış.
Ama bizde, asıl bu arızayı – yani tüm devlet tiyatrolarının tek bir genel müdüre, tüm şehir tiyatrolarının tek bir sanat yönetmenine bağlanması bürokrasisini – görüp kolayca çözmek varken, onun ve benzeri durumların sebep olduğu sorunları kullanarak düzeltiyormuşa getirip, sonunda tümüyle kendine bağlama merakı her şeyi mahvediyor. Öyle ki, iktidarın alıp tersine kullanma sahtekârlığına alet olma kaygısıyla bir sorunu belirtmekten veya bir işleyişe eleştiri getirmekten bile çekinir oluyor insan.
Ve çevirmenlik: B. Brecht, H. İbsen, R.Schneider, A. Seghers gibi yazar veya şairlerin; Aristoteles, G. N. Pospelov gibi düşünce adamlarının eserlerini Türkçe’ye çevirmiş deneyimli bir çevirmen olarak, Türkiye’deki çeviri faaliyetlerinin dünü ve bugünü husûsundaki düşünceleriniz nelerdir?
Dünü” derken ne kadar geriyi kastediyorsunuz? Örneğin Hasan Ali Yücel dönemi, ülkemizde çeviri faaliyetinin doruğa çıktığı bir dönemmiş. Düşünün, eserleri Nazım Hikmet, Sabahattin Ali, gibi değerlerimiz çeviriyor ve bakanlık da basıp çok ucuza satıyor. O zamandan kalan dünya klasikleri dizisinin değerini hiç unutmam. Tabii çevirmenin ücreti o ucuz kitap fiyat tutarının bir yüzdesi olmadığı için fena da değilmiş doğrusu. Bugünse bin basan kitap değerinin yüzde yedisi karşılığı yapılan çevirinin kalitesini korumakta bayağı zorlanıyor insan.
İsterseniz şimdi de, “Gerçekçilik! Yeniden!” başlığını taşıyan ve esâsında –sadece kültürün ve sanatın değil; yaşamın her alanına ilişkin- yeni bir “gerçekçilik”in manifestosu niteliğinde olan kitabınıza gelelim. Burada “gerçekçilik”i, sanata veya edebiyata âit bir tabir yerine genel olarak –sanatı ve edebiyatı da kapsayan- bir yaşam biçimi olarak tanımladınız. Peki, çok-uluslu şirketlerin koşulladığı “azâmi kâr oranı yasası”na dayalı küresel bir hegâmonya içerisinde, böylesine bir “gerçekçi” yaşam biçimi nasıl mümkün olabilir?
Özellikle o hegemonya içinde gerçekçi t u t u m çok önem kazanıyor. Çünkü hegemonya, sürekli yalan üretmekte, bunu bir sağanak gibi kitle iletişim araçları ile tüm dünyaya yaymakta ve yalanı ortalığa dökülünce de özür bile dilememekte. Zaten aradan çok zaman geçmiş ve o yalanlar unutturulmuştur. Şimdi yenileri üretilmektedir. Maske düşüren haberinse kitlelerin bilgisinden uzak tutulması için lâzımsa yapılır. Nedeni açık: O yalanların, hedef aldığı toplum için veya toplumlar için bedeli ödenemeyecek kadar yüksek olmuştur. Ama başkaları veya başka toplumlar hâlâ hegemonyanın yalanlarına aldanma eğilimindedirler. İşte buna karşı mücadele etmek gerekiyor. Yani “azâmi kâr oranı yasası”na dayalı küresel hegemonya nasıl taktik değiştirip artık kitleleri yalan sağanağı ile aldatma şeklinde sınıf mücadelesini oturduğu yerden sürdürüyor, insanları birbirine kırdırıyor, sınıf dostu siyasi oluşumlara düşman ediyorsa, bizim de taktik değiştirerek sınıf savaşımımızı, gerçekçilik savaşımına dönüştürmemiz, kitleleri yalan sağanağına karşı şemsiye gibi korumaya çalışmamız, onlara gerçekleri ulaştırarak yalanın ve yakancının maskesini düşürmemiz vbg. gerekir, diyorum ben. Kısacası, gerçekçiliği bir yaşam biçiminden çok, şimdilik düşmanın ve çağın yalancılığına karşı bir mücadele biçimi olarak görüyorum. Ne zaman ki o mücadele kazanılır, ancak o zaman gerçekçilik de bir yaşam biçimi olacaktır..
“Yeniden gerçekçilik” kavramı -sanat özelinde- bizim çoğunlukla “gerçekçilik”in en yetkini olarak bildiğimiz 1934 çıkışlı “sosyalist gerçekçilik” hareketinin bir “olduğu gibi” devâmı olmayı mı imler; yoksa modernizmden(ve hatta post-modernizmden) beslenmiş veya bir anlamda onlarla hesaplaşıp, bu hesaplaşmadan gâlip çıkmış yeni ve daha yetkin bir “toplumcu-gerçekçilik”i mi(klasik-neoklasik meselesinde olduğu gibi)? Nitekim, iyi bildiğiniz gibi Lunaçarski, “Sanat ve Edebiyat Üzerine” adlı eserde Prost, Kafka gibi modernistlerden sosyalist ededebiyatçıların faydalanması gerektiğini söyler ve onların sanatsal yaratılarını över.
Gayet
tabiî. Esasen ister istemez olacak bu,
çünkü, kitabın bitimindeki çağrımda dikkat ederseniz, önce bir tartışmaya
çağırıyorum. Kaldı ki, “Brecht-Lukacs
Çatışması“ bölümünü öyle biraz ayrıntılı
tutmamın nedeni de zaten, Brecht’in modern burjuva yazarlarının kullandıkları
teknikleri, yabancılaştırma vb. amaçlarla kullanması ve bunu gerçekçilik adına
savunması, Lukacs’ın ise sırf bu nedenle Brecht’i de burjuva dekadansının (çöküş
sanatının) içine dahil edivermesidir. (Bknz. “Gerçkçilik Yeniden”, Y.Onay, age.
S.199-211; S.213-222; Sovyetler’deki gelişmeler içinse özellikle bknz. Gudrun
Klath’ın “İşçi Sınıfı, Tiyatro-Edebiyat ve toplum” kitabından yapılmış
alıntılar, age.S.217-220).
murekkephaber.com