Röportaj: Bilgin Güngör
Aksaray’dan Havalimanı’na Doğru Giden Metroda Konuşulanlar…
Son dönemdeki “muhafazakar sanat” tartışmaları malumunuz… Biliyorsunuz, Beşir Ayvazoğlu Eliot’nun ‘’Din ve Edebiyat’’ adlı yazısından mülhem bir yazı yazdı, İskender Pala ise ‘’Muhafazakar Sanat Manifestosu’’nu hazırladı. Bu kişiler daha önce “sanatın ideolojisi olmaz, sanat sanattır!’’ diyorlardı. Şimdi ise “muhafazakar sanat”tan bahsediyorlar. Neticede biz işi başından alalım ve önce ‘’muhafazakar sanat’’ kavramı üzerinde duralım.
Sanat zaten kendisi bizzat muhafazakardır. Çünkü sanat bir dönemin zihniyetini, bakış açısını içine alır ve o halini bir konserve gibi yıllarca korur. Bugün mesela bir Renoir tablosu bundan bir 150-200 yıl sonra da Renoir Çağını yansıtacaktır. Itri bestesini yüzyılın sesi olarak ortaya çıkarmış ve o haliyle günümüze yansıtmaktadır. Heykelde de keza Bergama heykeli zihniyeti o çağı günümüze yansıtmaktadır. Sanatın muhafazakarı, liberali veya sosyalisti olmaz. Çünkü sanata hiçbir ideolojik anlam yüklenemez. Yalnız şu olabilir; sanat eseri sosyalist bir konuyu yahut muhafazakar bir konuyu işleyebilir. Ancak onun bu şekilde icra edilmesi herhangi bir ideolojik çizgiyi yansıtmaz. Muhafazakar bir ressamın nü resimler yapmaması sanatı muhafazakar yapmaz bu kişilerin kendi tercihidir.
Sanatın kendi kuralları var, diyorsunuz.
Futbol kaidesiyle basketbol oynamaya kalkarsak olmaz. Bu yüzden muhafazakar sanat söylemini sanatın bizzat kendisiyle sınırlandırmak doğru değildir. Çünkü sanat kendi kurallarını kendisi belirler. Ona muhafazakar olacaksın, sosyalist olacaksın diyemezsin. Böyle dediğiniz anda sanat metni bir propaganda metnine dönüşür ki bu da sanat eserinin kimliğinin değişmesine neden olur. Bizim değerli bir arkadaşımız var Doç. Dr. Cüneyt Issı… Cüneyt Issı diyor ki:”Edebiyat sanatının kurallarına göre yazılmış bir metin erotiktir ama propagandaya yönelirse porno olur.” Bu cümle açılırsa bundan çok güzel şeylerin çıkacağına eminim. Biz sanatı ideolojikleştirmekle onu porno çizgisine çekeriz ki bu da mental olarak, hayat anlayışı olarak veya insani değerler olarak pek onaylanan bir şey değildir.
Bu tartışmaların nereye kadar gideceğini öngörüyorsunuz? Mesela bugün –başta da belirttiğimiz gibi- Beşir Ayvazoğlu, Eliot konusunda ısrar ediyor. Eliot İngiltere’de bildiğiniz gibi kültürel muhafazakarlığın kurucusu sayılır. Kendisinden bir nevi ‘’İngiltere’nin Yahya Kemal’’i olarak da söz edebiliriz. Ama buna rağmen kimse Eliot’u muhafazakar bir sanatçı olarak görmez. Hiç kimse yaptıklarını muhafazakar sanat ürünü olarak değerlendirmez. Düşünceleriyle ne olursa olsun her şeyden evvel ekspresyonist bir sanatçıdır o. Bu durumda biz -İskender Pala’nın yazdığı ‘’manifestoyu’’ da göz önünde bulundurursak- kime muhafazakar sanatçı diyeceğiz?
Muhafazakar sanat olamaz ama muhafazakar sanatçı olabilir. Çünkü sanatçı konu tercihinde özgürdür, onu kimse kısıtlayamaz. Türkiye’de ve dünyada icra edilen sanatın muhafazakar olup olmadığını o şahsın tavrına göre karar veriyoruz. Bugün varoluşçuluk diye bir akım varsa ve Sartre bu işin içindeyse Sartre’a biz sadece varoluşçu diyebiliriz. Varoluşçuluk felsefesini yansıttığı için varoluşçudur. Türkiye’de de aynı şekilde. Türkiye’de muhafazakar sanatçı konusunu tarihten alan, tarihi yeniden yorumlayan, unutulmuşları hatırlayan -ki İskender Pala’nın yaptığı daha çok budur- tarihi hatırlatırken de popüler bir dil kullanarak anlatmayı tercih etmiştir. Bu sadece konuda muhafazakar tercihtir. Eğer Türkiye Cumhuriyeti politikası 85-90 yıldan beri Osmanlı kültür-sanat anlayışını inkar etmeseydi, bugün arkadaşlarımız “muhafazakar sanat” söylemini ortaya koymazlardı. Türkiye’de Batılılaşma projesinin bir parçası olan bir sanat meşruiyet alanı oluşturuldu. Siyasette olduğu gibi, medyada olduğu gibi sanatta da bir meşruiyet alanı oluşturuldu. Bu meşruiyet alanına tarihi hatırlatan, Cumhuriyetin muhalif olduğu Osmanlı’yı hatırlatan herhangi birsanat bilgisini göremiyoruz. Nitekim 1932 yılında ‘’Edebi Yeniliğimiz’’ adlı kitabının önsözünün 3. Sayfasında İsmail Habib, “Zelzele tamam, Osmanlı’yı yıktık” diyordu. Bu, Cumhuriyetin rejim değişikiliğinden dolayı Osmanlı’ya karşı tavrı ve Osmanlı’yla ilgili olan bütün yenilerin yok sayılması gibi kendi içinde ve döneminde doğal sayılabilecek bir durumdur. Ama 80 yıl geçtikten sonra doğallık sınırı ortadan kalkmıştır. Bugün artık Osmanlı’nın birikimini 21. Yüzyıl yeniliği ile yeniden yoğurmak sanırım muhafazakar sanat söyleminin hedeflediği bir şey. Muhafazakar sanatçı başat unsurun Osmanlı olmasını isteyen zihniyetin söylemidir. Bu da zaten istesek de istemesek de olacaktır.
Dediklerinizden şu anlaşılıyor: Osmanlı’ya –kültürel ve siyasi alanda olduğu gibi- sanat alanında da bir dönüş var. Bu, bir zamanlar Yahya Kemal’in başını çektiği gibi yeni bir neo-klasizm yaratılma çabası mıdır? Yoksa post-modernizm çerçevesinde değerlendirilebilecek bir ‘’tarihsel’’ duyuşun sanat aksi midir? Eğer böyle bir çaba varsa bunu zaten postmodernizm karşılıyor. Örneğin Orhan Pamuk Kara Kitap ile Şeyh Galip’e, Elif Şafak Aşk ile Mevlana’ya döndü.
Neo-klasisizmi Yahya Kemal açmış, Yahya Kemal kapatmıştır.
Bitti yani?
Ona “Neo-klasisizm” diyemeyiz. Böyle dersek millet ‘’Ne o klasisizm ?’’der bize. ‘’Bitirmiştik ya, başa mı döndük’’ derler. Yeni oluşum ve teklifler, postmodernite çerçevesinde değerlendirilecektir. Postmodernlik muhafazakarlığı etkileyecek, muhafazakarlık postmodernliği etkileyecek ve ortaya yeni bir “alaşım” çıkacaktır. Mimaride de edebiyatta da musikide de bu olacaktır. Bunu senin tespitinde olduğu gibi postmodernite için bir koz olarak düşünmek ve bilinçli bir davranışla post moderniteyi yerli değerler açısından şekillendirmek gerekir. “Muhafazakar sanat olmalı” söylemi bir mağduriyetin söylemidir. Cumhuriyet döneminde batılılaşma projesine karşı bir çığlıktır. Bu çığlığı, çığlık şeklinde bırakmayıp bir bilinç haline dönüştürmek gerekir
Peki muhafazakar sanatçıların ya da başka bir deyişle “muhafazakar sanat”ın önü açılacak mı?
Muhafazakar sanat tartışmaları kapanmaz. Niye mi? Çünkü istesek de istemesek de Türkiye’de mevcut iktidar bir 10 yıl daha gidecektir. Bu konuda kimse tartışmaya girmesin. Bu doğal bir süreçtir. Son 10 yılda Türkiye’deki değişim sanat alanında da olacaktır.Buna karşı kimse direnme gücü göstermeye niyetlenmesin. Bu yüzden kısır çekişmeler yerine beraber, olgunlaştırararak yeni dönem sanatını meydana getirelim. Elbette bunda muhafazakar kod da olacaktır. Mesela şunu istemem: ‘’Laik-partizan cumhuriyetçiliğin sanat meşru alanı’’, ‘’muhafazakar sanat meşru alanı’’ değil de bunların harmanlanıp beraberce yeni sanat alanı oluşturulması, bu bilincin geliştirmelerin çok daha faydalı olacağını düşünüyorum. Çünkü nasıl biyolojik üreme için güçlü genlerin birbirilerini döllemesi gerekirse, entelektüel alanda da güçlü ekollerin birbirlerini döllemesi gerekir. Ki güçlü bir sanat/kültür zihniyeti ortaya çıkabilsin. Türkiye’deki bu laik-partizan cumhuriyetçi sanat alanında da güçlü bir sanat/kültür birikimi var. Bunu inkâr edemeyiz. Yalnız şunu herkes itiraf etsin. Türkiye’deki sağın bütün fraksiyonları –ülkücüler, milli görüşçüler, İslamcılar vs…- laik-partizan cumhuriyetçi birikimden korkmamışlardır; onlardan istifâde edebilmişlerdir. Hiç çekinmeden onların eserlerini okumuşlardır. Ambargo koymamışlardır. Ancak, Türk solunun en büyük handikaplarından birisi, İletişim Yayınları basıncaya kadar Cemil Meriç’i okumayışlarıdır.
Tarık Buğra’yı da aynı şekilde…
Tabii… Aynı şekilde, Türk solu, Ahmet Hamdi Tanpınar’ı YKY basıncaya kadar doğru düzgün okumamışlardır. Ama Türk sağı böyle bir tavır sergilemedi. Türk sağı rahat bir şekilde Attila İlhan’ı da okudu, Kemal Tahir’i de okudu, Küçük İskender’i de okudu, hatta Yalçın Küçük’ü bile okudu… Sağın entelektüelleri pek korkmadılar herkesi okumaktan. Ama sol aydınlar kendilerine ambargo koydu ve biraz da küçümsedi kendi dışındakileri; onlara karşı nobran davrandı. Tabii sağ nisbeten varoşları; kırı temsil ediyorken sol şehirliydi. 1991 yılında Türkiye Günlüğü’nde yazdığım bir yazıda Necâti Bey, o meşhur şiirinde, ‘’ Taşradan geldi çemen sahnına bîgane dürür/ Devr-i gül sohbetine lâleyi iletmediler’’ der ya, işte ben o yazımda “lale”yi kırsallıktan dolayı sağa, “gül”ü de şehirde yetiştiğinden dolayı sola benzetmiştim. O durum hala geçerlidir. Sağ kırsalı; sol şehri temsil eder. Ama post-modern dünyada artık karşılıklı bir etkileşimle modernitenin ardından gelen post-modern dünyada büyük şeyler olabilir. Modernite kendini bitirdi, çünkü modernite insanlığı kirletti. Onu parçaladı ve her parçasına ideolojik bir anlam yükledi. Onları da tekrar birleştirmedi. İşte post-modernizmin yeni açtığı ufuklarla dünyada olduğu gibi Türkiye’de de yeni bir oluşum ortaya çıkabilir.
Peki… Şu ana kadar ‘’muhafazakar sanat’’ın edebi boyutu üzerinde durduk. Biraz da farklı boyutları üzerinde duralım. Mesela Hilmi Yavuz’un da belirttiği gibi bugün bizim ‘’Anadolu Sermayesi’’ olarak adlandırdığımız sermayenin muhafazakarların kültürel ve sanatsal birikimlerini bir ‘’yeniden-üretim’’ini sağlaması gerekir. Ama biz bugün, Hilmi Yavuz’un ‘’talebi’’nin pek karşılanmadığını görebiliyoruz. Örneğin Anadolu Sermayesi’ne ait binalar kendi kültürünü değil, Amerikan kültürünü yansıtıyor (Burada aslında ‘’muhafazakar sanat’’ın oluşması muhtemel mimari ayağına da değinmiş oluyoruz). Sonuçta söz konusu sanatın arkasında bir sermaye yahut devlet gücünün olup olmaması sorunsalı ortaya çıkıyor. Peki sizce “muhafazakar sanat”ın da –eğer olacaksa- arkasında güçlü bir sermaye ya da devlet gücü olmalı mı?
Devlet olmasın, aman!.. Devlet gücü olmasın, halk kendisi ne istiyorsa onu yapsın!... Devlet hiç karışmasın… Sadece ortam sağlasın…
Mimariye gelirsek, onda feci durumdayız. Avrupa’yı ya da Amerika’yı taklit ettiğimiz binalar var. Ancak şurası da var ki, oradan gelen bir yabancı o binaları görmek istemez. Onun dik âlâsı kendisinde vardır. O yabancı, buraya geldiği zaman, bir özgünlük, doğuya özgü bir egzotiklik görmek ister. Tabii bunu da modern mimaride ne kadar yansıtabiliriz? Hesaplamak gerekir. Ama post-modernizmde de olduğu gibi klasikten al bir iki tane, koy oraya bir iki çizgi… Eee bu da olmaz!. Çünkü bu neye benzer: Mimar Kemaleddin’in Ankara’da yaptığı birkaç bina var. Bunlardan bir tanesi Gazi Eğitim Enstitüsü’dür. Onda bütün mimari Batı zihniyetine göre yapılmıştır. Ancak Doğu’dan da bir şey almış olalım diye bir kubbe koymuşlardır. O kubbenin bina üzerindeki hali bizim vatandaşın kafasındaki namaz takkesi gibidir. Ama öbür taraftan da Anadolu sermayesi yavaş yavaş kendi bilinciyle yeni yeni şeyler üretmeye çabalarken önünde örnek yoktu. Çünkü Cumhuriyet hepsini silip geçmişti. Mesela Anadolu’daki camilerin çoğu İstanbul’dakilerin çok pis ve berbat bir kopyası gibidir. İşte Anadolu Sermayesi’nin ‘’sermayesi’’ var ama kültürel birikimleri yok… Onlar , bizler gelenekten koparılınca bu gibi sakil, kitch binalar çıktı ortaya. Ve yine de onlar masumdur, ama bu gibi şeyler de yanlıştır. Şimdi Anadolu Sermayesi’nin, yeni bir mimariye öncülük etmesi lazım. Bu konuda da yararlanacağı birikim, Turgut Cansever, Aydın Yüksel, Ekrem Ayverdi gibi mimarların çalışmaları olabilir. Yani bu ve benzeri mimarların çalışmalarından kaynaklanan birikimin Anadolu Sermayesi tarafından da fark edilmesi gerekir. Bu da biraz zaman alacak…
Peki mimariden sonra isterseniz ‘’muhafazakar sanat’’ın sinema ve tiyatro ayağına geçelim. Bilindiği gibi daha öncesinde de buna benzer bir sanat yaratmak adına sinemada 1960’larda ve 70’lerde Muharrem Gürses tarafından ‘’gişe filmleri’’ kategorisinde değerlendirilebilecek ve tamamen duygu sömürüsüne dayalı başarısız filmler yapıldı. Sonrasında 80’lerde yine aynı doğrultuda ‘’Beyaz Sinema’’ adı verilen bir akım ortaya çıktı. Ancak sonuçta yine de pek bir başarı ve ‘’devamlılık’’ elde edilemedi. Tiyatroda da aynı şekilde bir durumla karşılaşıldı. Sizce ‘’muhafazakar sanat’’ın sinema ve tiyatro alanındaki duruşu ne olmalıdır?
Sinemada ve tiyatro da muhafazakarlık olmaz. Çünkü muhafazakarların en acemi olduğu alanlardandır sinema ve tiyatro. Bir kere her iki alanda da kadının varlığı gerekir. E kadın da yoksa, hayatın yüzde ellisi yok demektir. Türk sağı, sinema ve tiyatroda kadın sanatçılığını gerektirecek eserler yazmaz. Çünkü turnelere çıkacaktır, günlerce dağ-bayır na-mahremle dolaşmak da olmaz. Zaten Türk kadınını sahneye çıkartıp sahnede oynatmak olmaz. Mesela Azerbaycan’da 1900’lerin başında Leyla ile Mecnun mesnevisi sahnelendiğinde Leyla rolünü bir erkek oyuncu oynadı…
Benzerleri bizim tiyatroculuğumuzun gelişim evrelerinde de görüldü…
Evet evet…. İşte o Leyla rolünü oynayan kişi, bir akrabası tarafından ‘’Sen nasıl bir kadın kılığında oyun oynarsın?’’ diyerek öldürüldü. Neticede Azerbaycan’da olduğu gibi bu toplum, kadının sahnede olmasından pek hoşlanmamıştır. Kadın dışında bir başka faktör de sinema ve tiyatronun dünya sanat birikimini takip etme ihtiyacı doğurmasıdır. Bu olmazsa başarı da olmaz tabii… Türkiye’de Türk solu sinemayı çok erken tanıdı. Televizyonu da yine aynı şekilde… Ancak Tür sağının sinemayı, tiyatroyu ve televizyonu tanıması çok geçtir. Bildiğim kadarıyla zaten bu alanda bir Halit Refiğ, Yücel Çakmaklı, Osman Sınav, İsmail Güneş gibi isimler var yalnızca…
Ama bunların arasında Halit Refiğ 60’lı ve 70’li yıllarda da Toplumcu-Gerçekçi ve Ulusal Sinema Akımı dahilinde filmler yapmış ve soldan yetişmişti…
Evet ama o ve benzerleri sonradan muhafazakarlığı konu edinen filmler yaptılar. Bakın ‘’muhafazakar sanat’’a yönelik eserler değil. Sadece konu olarak muhafazakarlıktan yararlandılar. Biz buna edebiyatta ‘’öyküden haberdar etmek’’ diyoruz. Ama sonuçta drama yok, dramatik yapı yok…
Peki… Hocam şimdi adına ‘’muhafazakar sanat’’ deyin; ‘’İslamcı sanat’’ deyin; ne derseniz deyin, netice itibariyle sinema alanında yeni bir oluşum gelecektir. Artık bu kaçınılmaz bir durumdur. Peki olası bir ‘’muhafazakâr sanat’’ı kaldırabilecek, onu sırtlayabilecek bir kadronun yahut entelektüel birikimin olduğuna inanıyor musunuz?
Hayır inanmıyorum. Şu anda yok zaten… Bıçakla kazısan çıkmaz.
Peki yakın zamanda böyle bir kadronun yahut entelektüel birikimin oluşacağını düşünüyor musunuz?
Aşağı yukarı 15-20 sene gerekir bunlar için. Yani bugün atılan tohumlar ancak 15-20 senede meyve verir. Yalnız şunu da belirtmeliyim ki, iktidar bu ortamın hazırlanması için gerekli tedbirleri de almıştır. Türkiye yeni edebiyatçıların, mimarların, yönetmenlerin ortaya çıkmasına artık hazır olmalıdır.
Bir de şu var, olası bir ‘’muhafazakar-sanat’’ın yararlanacağı temel kaynaklar arasında İslam’ın estetik kaideleri mutlaka var olacaktır. Ancak bu estetik kaideler de daha çok ‘’non-figüratif’’ olarak da adlandırabileceğimiz bir noktada düğümleniyor. Bu noktada da ‘’soyutlama’’ yahut ‘’stilizasyon’’ gibi durumlar ön plana çıkıyor. İşte böyle bir kaynaktan yararlanması kaçınılmaz olan ‘’muhafazakar sanat’’ın figürsüz bir sanatın yapılmadığı modern dünyada tutunabilmesi biraz zor değil mi?
Bu konuda muhafazakar sanat hüsn-i hat, tezhib, minyatür gibi resim,süsleme ve yazı sanatlarından bugün yeni şeyler ortaya çıkarabilir. Mesela Peyami Güler , ebruda çok güzel açılımlar ve yorumlar sergiledi. Sanıyorum bundan 20 sene kadar önceydi. Geleneksel ebrucular eleştirdiler ama nihayetinde bu yeni bir tecrübedir; yeni bir yorumdur. İşte diğer alanlarda da bu yeni yorumlar olabilir.
Peki, ropörtaj isteğimizi geri çevirmediğiniz için teşekkür ederiz…
Ben de teşekkür ederim…
mürekkephaber.com