Hayal Perdesi dergisinin her sayı farklı bir ünlü isme yönlendirdiği "Hangi Filmleri Seyretmekten Hoşlanıyorsunuz?" sorusunu bu ay yazar Nazan Bekiroğlu cevaplandırdı. İşte Nazan Bekiroğlu`nun cevabı:
Bu soruyu cevaplarken “Hangi film?” sorusu geliyor ilk anda aklıma. Ben hangi filmleri seyretmekten hoşlanıyorum? Önce bu alanı belirlemem gerek. Çünkü ana akım sinemanın tüketim mantığıyla hazırlanıp servis edilen, hızla popülerleşen ama aynı hızla da unutulan filmleri bütünü temsil etmez. Öncelikle benim kalıcı filmlerden hoşlandığımı ifade etmem gerek. Bunların bir kısmının görece bir popülerlik hâlesi ile örtünmesi yanıltıcı olmamalı. Mecid Mecidi’nin Bârân’ının görece popülerleşmiş olması o filmin kalıcılığına halel getirmez meselâ. Bir inşaattan çıkarılan böylesi bir hikâye bize insaniyetin ortak dilini verir. Bu da fıtratın peşinen kabul ettiği değerlerdir ve her dem geçerlidir.
Böylece benim "neden film seyrettiğim" sorusunun cevabı da ortaya çıkıyor kendiliğinden. Neden roman okuyorsam, neden şiir okuyorsam aynı sebeple film seyrediyorum. Neden resim sergilerine gidiyor, mimarî bir eserin önünde uzun uzun düşünüyorsam aynı sebeple. Sinema bana insanî özü yakalayabileceğim bir hikâye ve görüntünün dili ile sesleniyorsa, beni insanlığın evrensel soruları ve sorunları karşısında verilebilecek bir cevapla muhkem kılan bir tecrübe oluyorsa, o filmi seyrettikten sonra kendimi zenginleşmiş buluyorsam, hissettiğim fakat adlandıramadığım bir duygunun adını sinema çıkışında koyabiliyorsam ya da o film bana hiç bilmediğim yeni duygu alanları açıyorsa o yüzden.
Tabii benim için buradaki tehlike, bir edebiyatçının sinema filmlerini de bir metin gibi okuma alışkanlığıyla alâkalı gibi görünebilir. Yıllarca sinema filmlerini edebî bir metin gibi okudum. Bu itibarla bazı filmler hakkında yazı kaleme alma cesaretini de buldum kendimde. Bunlar sinema yazıları değil düpedüz metin tahlilleriydi. Ama sinemanın kendi öğelerinin, göstermeye dair kendi dilinin de farkındayım ve hikâye ile sinema dilinin iç içe talihli beraberliğini yansıtan pek çok film sayabilirim. Ingmar Bergman’ın Yedinci Mühür’ü kadar Ferzan Özpetek’in Kutsal Yürek’ini seyrederken de hissettiğim şey neden film seyrettiğimin cevabıdır. Visconti’ninVenedik’te Ölüm’ü kadar Sarhoş Atlar Zamanı (Bahman Gobadi) ya da Karatahta(Samira Mahmalbaf)’yı seyrederken de öyle. Yıllar önce TV’de izlediğim ve izini bir daha bulamadığım siyah-beyaz Verona Âşıkları (Andre Cayatte), Paradjanov’unNarın Rengi, yine Rus sinemasından yere göğe sığdıramadığım Rus Hazine Sandığı (Alexandr Sokurov). Ki Rus Hazine Sandığı bir anlatım tekniği olarak Nar Ağacı isimli romanımı da etkilemiştir, zamanı tek noktaya indirgeme fikrini uygulamış güçlü bir örnek olarak. Yine son zamanlarda TV’de seyrettiğim fakat DVD’sine ulaşamadığım, Andrei Proshkin’in Orda isimli filmi. Filmin işlediği kuvvetli “Anti Asya” damarı, üzerinde düşünülmesi gereken bir zaaf olarak görülmeli, bu yönüyle ona temkinle yaklaşılmalı ama bir sinema filmi olarak son derece etkileyiciydi.
İçeriğine temkinle yaklaşıp paylaşmasak bile bir filmin etkisi altında kalıyorsak sinemanın içerikten başka bir şey olduğu meselesi de önümüzde bir gerçek olarak duruyor demektir. Büyük bir teknik. Ve onun sağladığı imkânlarla, geçmiş zamanların ya da şimdiki ve gelecek zamanların var olmayan ya da kaybolmuş sahnelerini bir perde üzerinde seyretmenin verdiği eşsiz haz. Görmek güzel şey. Belki bir veya iki saat için bütün ışıkların söndüğü bir salonda bir perdenin içinden geçerek, tıpkı Alice’i harikalar diyarına geçiren ayna gibi, bambaşka bir zamana ve hayata dâhil olmanın hazzı. İyi bir film seyretmek her zaman için bir mucizenin gerçekleşmesi. Zaman ve mekân perdesinin aradan kalkması. Beyaz perde, Alice’in aynasının yüzeyi sadece. Siz o perdenin ötesine geçebiliyorsunuz. Bambaşka zamanlara, mekânlara, hayatlara katılıyor, onu bilfiil yaşayabiliyorsunuz. Andrei Rublev (AndreyTarkovski)’i seyrederken o zamanın içinde olmak duygusu, sinemanın yarattığı hakikilik yanılsaması o büyünün asıl sebebi benim için. Ya da Alexandr Sokurov’un Faust’unu izlerken Ortaçağ’ın tam ortasına düşmüş olma duygusu.
Tabii zaman zaman popülaritenin içinde de kendi dilimi bulabildiğim örneklere ilgisiz kalmam mümkün değil. Sibirya Berberi (Nikita Mikhalkov), bilimkurgu türünün bence en iyi örneği olan On İki Maymun, daha eskilerden Spartaküs(Stanley Kubrick) ve Ben Hur (William Wyler) filmlerinde olduğu gibi.
Edebiyat uyarlamalarının da bende apayrı bir yeri var. Film seyretme sebeplerimden birisi de edebiyat eserlerinde anlatılan olayları ve halleri perdede “canlı” olarak görme arzusu. Roman kahramanlarının bir yerlerde yaşadığına inanan biri olarak ben o hayatın içine girmiş hissediyorum kendimi. Kısa bir süre için de olsa o yaşanmışlığa katılıyorum. Tabii edebiyat ve sinema ilişkisi her zaman tehlikeli ve şaibelidir. Genellikle iyi bir romanı okuyanlar onun filminden memnun kalmazlar. Fakat iyi örnekler de var ve bunlar beni çok mutlu ediyor. Bu hususta Onegin (Martha Fiennes) bence iyi bir örnek. Puşkin’in şaheseri Evgeni Onegin’i beyaz perdede izlerken hiç hayal kırıklığına uğramadım. BBC yapımı bir dizi film olan Anna Karenina (1977) da bana aynı duyguyu verdi. Hattâ bazı edebiyat uyarlamaları romandan daha iyi bir dil yakalıyor. Örneğin Visconti’ninVenedik’te Ölüm’ü neredeyse Thomas Mann’ın romanına sadık kalarak fakat o romanı daha iyi anlatan bir filmdir.
Netice olarak ben film izlemeyi seviyorum, sinema beni zenginleştirdiği, insaniyete dair bir değer kattığı sürece. Filmleri edebî bir metin okur gibi okuduğum için. Beyazperde zaman ve mekân perdesini aradan kaldırdığı için. Film, perde üzerinde gösterilen, orada kalan bir şey değil, tam tersine o perdeyi aradan kaldıran bir şey olduğu için. Perde, bir eşik sadece. Atladığınız anda (ya da daha doğru bir ifadeyle yönetmen sizi içeri çekmeyi başardığı anda) harikulâde.