Röportaj: Ömür Bayramoğlu
Rabia Seyhan'ın Maçka Sanat Galerisi’nde sanatseverlerin beğenisine sunulan “Zaman Akar, Zemin Durur” adlı sergisinde, mekan olgusu inşa, yıkım ve hafıza kavramları üzerinden sorgulanıyor. Rabia Seyhan'a göre mekan, yalnızca fiziksel bir varlık değil, aynı zamanda insanın varoluşsal süreçleriyle şekillenen ve duygusal, toplumsal, tarihi katmanlarıyla hafızanın temsilidir. İnşa edilen her yapı zamana direnemez, doğal olarak değişime uğrar. Bu sadece fiziksel bir yıpranma nedeniyle değil, savaşlar, doğal afetler, nüfus hareketleri, göç, kent politikaları ya da kentsel dönüşüm gibi süreçlerin etkisiyle de olabilir. Çeşitli nedenlerle yıkılan bir mekanın hafızası, fiziksel varlığı ortadan kalksa bile içinde yaşamış olanların ya da çevresindeki insanların zihinlerinde yaşamaya devam eder. Mekanın yitimi onunla kurulan anlamlı bağlar varsa, tıpkı bir yakının kaybının yarattığı boşluk duygusuna benzer bir duygu yaratır. Yaşamın belli dönemlerine tanıklığın sembolü olarak mekanların kaybı bazen bir direnç, öfke ya da koruma hissi uyandırabilir veya tam tersi hafızayı silmek için özellikle arzu edilebilir.
Mürekkep Söyleşiler'de bu hafta Rabia Seyhan ile “Zaman Akar, Zemin Durur” sergisini konuştuk.
“Zaman Akar, Zemin Durur" Maçka Sanat Galerisi’nde 5 Kasım’da açılan açılan son serginiz. Serginizin fikri ve ismi nasıl oluştu?
Bir süredir kent, mekan ve hafıza meseleleri ile ilgileniyor ve bu konularla alakalı çalışmalar yapıyorum. Sergide mekanların dönüşümünü, yıkım, inşa ve hafıza gibi kavramlar üzerinden ele alıyorum. Tüm bunlar bir süreç içeriyor ve zaman, mekan ile iç içe bir kavram. Burada söz konusu olan zemin ise, değişen mekanın değişmeyen konumuna ilişkin hafızayı temsil ediyor.
Maçka Sanat Galerisi’nde öteden beri gelen bir gelenek olarak sanatçılar arasında çok verimli bir diyalog var. Sergi hazırlığı aşamasında Halit Demirel, Ömür Tokgöz, Esra Carus ile fikir alışverişinde bulunduk. Sergi ismi bu hali ile uzun uzun konuşmalarımız sonucunda sevgili Esra Carus’tan geldi.
Sergide yer alan eserlerin tuvale aktarımda nasıl bir süreç yaşadınız?
Bu sergide yer alan çalışmalar son halleri ile tuval, kağıt ve beton üzerine desenlerden oluşuyor. Desen sayesinde yüzeyler üzerindeki müdahalelerin aşamaları görülebiliyor. Şehirleri de üst üste yazılıp, silinip, tekrar yazılan bir çeşit palimpsest olarak düşünebiliriz. Her kent geçmişin izlerini barındırır. Ben de resimlerimde katmanların görünmesini istiyorum. Dolayısıyla önce yüzeye üst üste müdahalelerde bulunup, çeşitli dokular oluşturuyorum. Son aşamada kompozisyonu desen ile şekillendiriyorum.
İnşa-yıkım- hafıza kavramları serginizdeki eserlerde öne çıkan kavramlar. Bu kavramlarla kurduğunuz bağı ve bu bağın işlerinize yansımasını nasıl açıklarsınız?
Akademi yıllarında çok fazla otoportre çalışmaları yaptım. Sonraları bu otoportreleri şehir ile ilişkili imajlar ile ele aldım. Figür süreç içinde önce siluete dönüştü, sonra da tamamen resimlerimden çıktı. Fakat bir bakıma mekan olgusu doğrudan insanla alakalı bir mesele. Mekan insansız, insan da mekansız düşünülemez.
Bulunduğumuz coğrafya, yaşadığımız dönem, etrafımızda olanlar söz konusu olduğunda mekanı, yıkım ve inşa süreçleri ile ele almak kaçınılmazdı. Bu döngüsellik içinde hafızamız da sürekli biçimleniyor. Doğal olarak bu süreçler çalışmalarıma da yansıyor tabi.
Zaman ve zemine odaklandığınız eserlerinizde zihinlerdeki o mekâna ait hatıraların canlılığını koruması konusunu çıkış noktalarınızdan biri miydi?
Geçmişe dair hatıralarım hep mekanlarla ilişkili. Çocukluğumuzda kız kardeşim ve arkadaşlarımızla oynadığımız bazı oyunlar vardı. Yaşadığımız yerlerin yakınında bulunan terk edilmiş kimi yapıların etrafında bir çeşit iz sürücülük yapardık. Biraz hayal gücüyle birleştirerek orada yaşayanlara dair ipuçları arar ve bunları hikayeleştirirdik. Şimdi bu yapıların hiçbiri yerlerinde yok. Kiminin yerinde yeni binalar var, kimininse sadece zemini var. Oraya dair hatırladıklarım bu yapıların yokluğunda başka bir şey ifade ediyor. Sergide hafıza ile ilişkili olan işlerin çoğunluğu bu süreçlerle ilgilidir.
Yaşadığınız mekânın yıkımının insan üzerindeki olumlu-olumsuz etkilerinden sizce hangisi daha yoğundur ve bunu eserlerinize nasıl işlediniz?
Yıkım farklı biçimlerde olabilir. En kötü durumlar savaşların, doğal afetlerin yarattığı durumlardır. Bu süreçler büyük travmalara yol açar doğal olarak. Şehirlerin belli programlarla dönüşüme uğratılması da eğer oranın hafızasını taşıyan insanların yerlerini değiştirmeleri yönünde bir zorlama oluşturuyorsa, ki bunlar çok defa şahit olduğumuz durumlardır, olumsuz etkiler yaratırlar. Bugününden mutlu olmama durumu geçmişe bir özlem, bir çeşit nostalji oluşturabilir. Bu anlamla özellikle hafıza ile ilişkilendirdiğim çalışmalarda kullandığım renklerle nostalji duygusunu güçlendirmek istedim.
Resim, tuval, boyalar Rabia Seyhan’ın hayatına ne zaman ve nasıl dahil oldu?
Kendimi bildim bileli hep resim vardı hayatımda. Fakat üniversitede bir bölüm olarak okuyabileceğimi İstanbul Üniversitesinde Biyoloji bölümünde öğrenci olduğum dönemde öğrendim. Sonrasında Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Resim bölümünde okumaya hak kazandım. Süreç de böylece başlamış oldu.
Sanat pratiğinizi nasıl tanımlarsınız?
Sanat, bilim ve felsefe kendi yöntemleri ile varlığı ve dünyayı anlamlandırma çabalarından doğmuş disiplinlerdir. Hepsinin kendine özgü yöntemleri ve yasaları vardır. Ben resim kökenli biri olarak sanatı bir ifade biçimi ve anlam arayışı olarak görüyorum. Amacım çoğu zaman cevap bulmaktan ziyade soru sormak oluyor.
Üretim süreçlerinizde nelerden etkileniyorsunuz?
Kendi deneyimlerimden, yaşadığım coğrafyadan ve insan ile ilişkili durumlardan etkileniyorum diyebilirim. Bu anlamda tabi ki sosyoloji ve felsefe gibi alanlarla temas etmek de oldukça besleyici oluyor. Anlam arayışımı güçlendiriyor