Yusuf Çifci yazdı
Ne zaman bir tren yolculuğu yapsam aklıma Cengiz Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanındaki şu cümleleri gelir: “Buralarda trenler doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider gelirdi... Bu yerlerde demiryolunun her iki yanında ıssız, engin, sarı kumlu bozkırların özeği Sarı Özek uzar giderdi. Coğrafyada uzaklıklar nasıl Greenwich meridyeninden başlıyorsa, buralarda de mesafeler demiryoluna göre yayılmadı. Trenler ise doğudan batıya, batıdan doğuya gider gelir, gider, gelirdi...”
İşte yine bir tren yolculuğundayım fakat bu yolculukta bozkırların özeği Sarı Özek bozkırı yok. Sanki Alpler’de bir yerdeyim. Ne bileyim, Uzak Doğu’da taraçalandırılmış pirinç tarlaları arasından geçiyorum. Göz alabildiğince uzanan gökyüzü ormanları ve gökyüzünün hemen başladığı yerde beyazlarını giymiş, düğününü bekleyen dağ kümeleri… Öylesine beyaz ki, nasıl desem sanki beline kırmızı kuşak taksa yetmez diyeceğim.
Saraybosna’dayım. Burada bir saray var mı yahut uzun uzun yıllar önce burada bir saray vardı da bu yüzden bu ismi verdiler, bilmiyorum. Tabii, bildiğim bir hakikat var: Önceleri burun kıvırdığım, belki yakınlığından dolayı belki de ön yargımın kurbanı olarak hüsnüzanda bulunduğum bu yer, gönlüme otağını kurdu.
Sabah 07.15. Trenler hiç tam sayılarda kalmaz, hep küsuratlıdır. Vapurlar da öyle... 09.15 vapurunu sanırım bilmeyen yoktur. Neyse, konumuz şimdilik bu değil. Erkenden kalkıp yola düşüyoruz. Saat tam 07.00’de istasyondayız. Saraybosna Tren Garı ve İstasyonu, Saraybosna’nın aksine mimari olarak dikkat çekmiyor. Sanki hızlıca bitirelim, denmiş gibi. Trenimizi beklerken bir kahve içiyoruz. Telvelerin topaklığı ile uykumuzun büyüklüğü neredeyse birbirine denk. Olsun, kahve her zaman kahvedir. Aslında konumuz kahve de değil. Konumuz bir yolculuk. Tren geldiği zaman koltukların numarasız oluşu ilk başta bizi düşündürüyor. Ya ayakta kalırsak? Tabii ki de öyle bir şey olmayacak bunu hepimiz biliyoruz. Kuşku işte. Bir kez akla geldi mi öyle kolay kurtulamıyorsun. Neyse ki ayakta kalmıyoruz. Yol öyle uzun değil, sadece iki saat. Peki, ya yolculuk? İşte o çok uzun. Henüz dünyada bir yağmur tanesiyim. Tren hareket ediyor. Devasa demir parçası, demirden yolda önce üzerindeki ağır yükü kaldıramayacağını düşünüyor ama sonra neyse ki bu hissi çabucak kayboluyor.
Tüneller geçiyoruz ardı ardına. Birinci tünel, ikinci tünel, on beşinci tünel, otuz yedinci tünel. Karanlığın sonunda hep bir ışık var. Neratva Nehri eşlik ediyor yol boyu zaman zaman. Sahi, hangi renk bu nehir? Mavi desen değil, sanki turkuaz gibi ama o da değil. Bunca yeşilin arasında hiç de yeşil gibi durmuyor. Vadilerin arasından kıvrılıyoruz. Yeniden ama yeniden karşımıza çıkıyor Neratva. Pes etmek yok. Neratva akıyor tren ilerliyor. Dağlar kayboluyor, Neratva akıyor. Yollar geçiyor, Neratva akıyor.
Yolculuğun nereye götürdüğünü bilmek mümkün değil ama yol bizi Mostar’a götürüyor. Mostar’da muhteşem bir köprü karşılıyor bizi. Kalbimiz o an top mermileriyle parçalanıyor. Neyse ki hala ayaktayız ve yeniden var oluyoruz. Toparlanıyoruz çabucak. Neratva’yı selamlıyoruz yeniden. Merhaba, diyoruz büyük bir içtenlikle merhaba.