Ömer Faruk Ateş yazdı
Hüküm verme noktasında kolaycılığa kaçmak bazı edebiyat tarihlerini ve tenkit yazılarını çekilmez kılıyor. Deneme mi, eleştiri mi, yoksa makale mi olduğu belli olmayan türü müphem pek çok yazıda da karşımıza çıkan söz konusu hükümler, belli bir noktadan sonra kanıksanmaya başlıyor. Romanın tüketim kültürünün popüler bir ürünü olduğu tezi bu aralar oldukça yaygınlaşmaya başladı. Tabi hemen arkasından iddiayı sağlamlaştıracak bir delil (?) geliyor: ” Zaten roman denen türün sanatsal yönü güçlü olsa bu derece popüler olabilir miydi?” Popüler romanla iyi romanı ayırmak yerine peşinen verilen bu kolaycı hüküm, sadece roman türüne haksızlık yapıldığı hissini sizde uyandırmasın. Öykü ve şiir için de benzer hükümler acımasızca veriliyor. Şiir kitaplarının tirajından hareketle “Şiir bitti.”, “Gerçek şair kalmadı” deniyor. “Öykü, her yazarın roman yazmaya başlamadan önce geçmesi gereken bir ön aşamadır.” teziyle öykünün başlı başına saygı duyulmaya değer bir edebî tür olduğu, öykücülüğün de bir sanat olduğu görmezden geliniyor. Hâl böyleyken yazımın sadece roman türüne yönelik bir apolocyayı andırması, diğer türlere haksızlık gibi gözükebilir. Ancak her üç türü kapsayacak mahiyette bir yazının sınırları bu köşeyi aşacağından şiir ve öyküyle ilgili tespitleri diğer yazılara havale ediyorum.
Bu kadar çok sevilen ve okunan bir tür iken ne oldu da roman sanık sandalyesine oturtuldu. Hem de “sanatsal yönü zayıf olma” gibi ağır bir ithamla… Bunda günümüzün çok satan ancak edebî açıdan zayıf, roman tekniği ve kurgusu açısıdan hatalarla dolu romanlarının yanı sıra roman türünün cemaziyülevvelinin de payı var bence. Çünkü roman türünün kökeninde “romans” adı verilen aşk anlatıları var. Aristokrat kesime hitap eden, hoşça vakit geçirip eğlendirme amacı taşıyan romanslarda idealize edilmiş, efsanevî bir aşk konu edilir. Romansların, nihayetinde şövalye maceralarından ibaret olması, yazılış amacının sanatsal kaygılardan ziyade eğlendirmek olması ve olayların farklı bir gerçeklik algısı içerisinde okuyucuya sunulması, romanın kökeninin sanat âlemine mensup olmayan bir türe dayandığı, dolayısıyla da bu türün damarlarında sanatsal kaygı taşımayan bir başka türün kanının dolaştığı anlayışına yol açabilmekte. “Açmıştır” demiyorum çünkü temkinli konuşmak, hüküm verme noktasında yazının başında eleştirdiğim kolaycılığa düşmemenin bir gereği.
Peki roman günümüz insanı için ne ifade ediyor? Her şeyden önce günümüz insanı, hayatı modernitenin dayattığı şablonlar üzerinden yaşamak zorunda. Romanın doğuşunu hazırladığı ve belki de en çok hitap ettiği söylenegelen orta sınıf, kent hayatında çoğu alanda kendi yaşamına bile hâkim değil. Böyle olunca da kurmaca bir dünya içinde de olsa insanların hayatına, düşüncelerine nüfûz edebilmek; ister tanrısal konumlu anlatıcı yoluyla, isterse bizzat roman kişisinin anlatımıyla insanların iç dünyalarına kadar girebilmek büyük bir haz sağlıyor.
Romanın insan hayatına katkısı elbette kurgusal dünyada insana sağladığı bu özerklikten ibaret değil. İnsan ömrü sınırlı ve eğer sufî lisanıyla konuşacak olursak bast-ı zaman ya da tayy-ı mekân gibi yetileriniz yoksa zamansal ve uzamsal açıdan son derece reel sınırlarla çevrilisiniz demektir. Bu da hayat boyu edineceğiniz deneyimleri sınırlandırıyor. Romanın kurmaca dünyasında karşılaşılan kurmaca hayatlar ve kurmaca kişiler, farklı mekânlarda, farklı gerçeklik algılarıyla türlü türlü deneyimi insanla buluşturuyor. Kafka’nın, Dostoyevski’nin, Balzac’ın hayal dünyasında dolaştığımızı zannederken, aslında her birinin yarattığı gerçeklik içerisinde farklı deneyimlerle, ikilemlerle ya da sadece haz boyutu olan bir mutluluk duygusuyla karşılaşıyor, farkında olmadan pek çok tecrübeyi içselleştiriyoruz. Roman okumanın insana farkında olmadan kazandırdıklarını anlatmaya çalışan Mehmet Niyazi’nin ifadesiyle kimse şeker ihtiyacını gidermek için portakal yemez ancak portakalı yiyince farkında olmadan bu ihtiyacını da gidermiş olur. Eğer ciddi bir okursanız, söz konusu ciddiyetin roman okuma eylemi sonunda size farkında olmadan kazandırdıklarını hayatın çeşitli merhalelerinde, farklı yollarla kavrayabilirsiniz.
Son olarak Forster’in Roman Sanatı’nı, Pospelov’un Edebiyat Bilimi’ni, Stevick’in Roman Teorisi’ni okuyarak roman türüne ciddi bir bakış açısıyla yaklaşmayı tüm roman severlere öneriyorum. Çünkü hiçbir edebî tür birkaç popüler yazıyla idam sehpasına çıkarılmayı hak etmiyor.
murekkephaber.com
Hüküm verme noktasında kolaycılığa kaçmak bazı edebiyat tarihlerini ve tenkit yazılarını çekilmez kılıyor. Deneme mi, eleştiri mi, yoksa makale mi olduğu belli olmayan türü müphem pek çok yazıda da karşımıza çıkan söz konusu hükümler, belli bir noktadan sonra kanıksanmaya başlıyor. Romanın tüketim kültürünün popüler bir ürünü olduğu tezi bu aralar oldukça yaygınlaşmaya başladı. Tabi hemen arkasından iddiayı sağlamlaştıracak bir delil (?) geliyor: ” Zaten roman denen türün sanatsal yönü güçlü olsa bu derece popüler olabilir miydi?” Popüler romanla iyi romanı ayırmak yerine peşinen verilen bu kolaycı hüküm, sadece roman türüne haksızlık yapıldığı hissini sizde uyandırmasın. Öykü ve şiir için de benzer hükümler acımasızca veriliyor. Şiir kitaplarının tirajından hareketle “Şiir bitti.”, “Gerçek şair kalmadı” deniyor. “Öykü, her yazarın roman yazmaya başlamadan önce geçmesi gereken bir ön aşamadır.” teziyle öykünün başlı başına saygı duyulmaya değer bir edebî tür olduğu, öykücülüğün de bir sanat olduğu görmezden geliniyor. Hâl böyleyken yazımın sadece roman türüne yönelik bir apolocyayı andırması, diğer türlere haksızlık gibi gözükebilir. Ancak her üç türü kapsayacak mahiyette bir yazının sınırları bu köşeyi aşacağından şiir ve öyküyle ilgili tespitleri diğer yazılara havale ediyorum.
Bu kadar çok sevilen ve okunan bir tür iken ne oldu da roman sanık sandalyesine oturtuldu. Hem de “sanatsal yönü zayıf olma” gibi ağır bir ithamla… Bunda günümüzün çok satan ancak edebî açıdan zayıf, roman tekniği ve kurgusu açısıdan hatalarla dolu romanlarının yanı sıra roman türünün cemaziyülevvelinin de payı var bence. Çünkü roman türünün kökeninde “romans” adı verilen aşk anlatıları var. Aristokrat kesime hitap eden, hoşça vakit geçirip eğlendirme amacı taşıyan romanslarda idealize edilmiş, efsanevî bir aşk konu edilir. Romansların, nihayetinde şövalye maceralarından ibaret olması, yazılış amacının sanatsal kaygılardan ziyade eğlendirmek olması ve olayların farklı bir gerçeklik algısı içerisinde okuyucuya sunulması, romanın kökeninin sanat âlemine mensup olmayan bir türe dayandığı, dolayısıyla da bu türün damarlarında sanatsal kaygı taşımayan bir başka türün kanının dolaştığı anlayışına yol açabilmekte. “Açmıştır” demiyorum çünkü temkinli konuşmak, hüküm verme noktasında yazının başında eleştirdiğim kolaycılığa düşmemenin bir gereği.
Peki roman günümüz insanı için ne ifade ediyor? Her şeyden önce günümüz insanı, hayatı modernitenin dayattığı şablonlar üzerinden yaşamak zorunda. Romanın doğuşunu hazırladığı ve belki de en çok hitap ettiği söylenegelen orta sınıf, kent hayatında çoğu alanda kendi yaşamına bile hâkim değil. Böyle olunca da kurmaca bir dünya içinde de olsa insanların hayatına, düşüncelerine nüfûz edebilmek; ister tanrısal konumlu anlatıcı yoluyla, isterse bizzat roman kişisinin anlatımıyla insanların iç dünyalarına kadar girebilmek büyük bir haz sağlıyor.
Romanın insan hayatına katkısı elbette kurgusal dünyada insana sağladığı bu özerklikten ibaret değil. İnsan ömrü sınırlı ve eğer sufî lisanıyla konuşacak olursak bast-ı zaman ya da tayy-ı mekân gibi yetileriniz yoksa zamansal ve uzamsal açıdan son derece reel sınırlarla çevrilisiniz demektir. Bu da hayat boyu edineceğiniz deneyimleri sınırlandırıyor. Romanın kurmaca dünyasında karşılaşılan kurmaca hayatlar ve kurmaca kişiler, farklı mekânlarda, farklı gerçeklik algılarıyla türlü türlü deneyimi insanla buluşturuyor. Kafka’nın, Dostoyevski’nin, Balzac’ın hayal dünyasında dolaştığımızı zannederken, aslında her birinin yarattığı gerçeklik içerisinde farklı deneyimlerle, ikilemlerle ya da sadece haz boyutu olan bir mutluluk duygusuyla karşılaşıyor, farkında olmadan pek çok tecrübeyi içselleştiriyoruz. Roman okumanın insana farkında olmadan kazandırdıklarını anlatmaya çalışan Mehmet Niyazi’nin ifadesiyle kimse şeker ihtiyacını gidermek için portakal yemez ancak portakalı yiyince farkında olmadan bu ihtiyacını da gidermiş olur. Eğer ciddi bir okursanız, söz konusu ciddiyetin roman okuma eylemi sonunda size farkında olmadan kazandırdıklarını hayatın çeşitli merhalelerinde, farklı yollarla kavrayabilirsiniz.
Son olarak Forster’in Roman Sanatı’nı, Pospelov’un Edebiyat Bilimi’ni, Stevick’in Roman Teorisi’ni okuyarak roman türüne ciddi bir bakış açısıyla yaklaşmayı tüm roman severlere öneriyorum. Çünkü hiçbir edebî tür birkaç popüler yazıyla idam sehpasına çıkarılmayı hak etmiyor.
murekkephaber.com