Ömer Faruk Ateş yazdı
Evcimen bir insan olarak, Türk edebiyatı ile ev ilişkisi daima ilgimi çekmiştir. Madem ki edebiyat hayat ile iç içedir, hatta Hâlid Ziya’nın dediği gibi “hayatı edebiyat yapar”, öyleyse hayatın her şubesine ait unsurlar ile edebiyat arasındaki ilişki ciddî boyutta ele alınmalıdır. Mekân- edebiyat münasebeti de bu açıdan büyük önem taşır.
Pek çok araştırmacının ulaştığı sonuçlar, yaşanılan mekânın insan hayatı ve davranışlarının şekillenmesinde etkili olduğunu göstermektedir. Bu insan bir de sanatçı olura, ortaya konan sanat eseri ile mekân arasındaki etkileşimin çok daha belirgin olacağı açıktır.
Muhsin Macit’in Kırklar Divanı adlı kitabındaki tespitinden de anlaşıldığı gibi ev, divan şiirinde pek çok benzetmeye konu olmakla beraber, içinde yaşanılan bir mekân olarak ele alınmamış, Türk şiirinin bu eksiğini modern şiirimizin ustalarından Behçet Necatigil tamamlamıştır. Ancak şiirimizde bir imge ya da çağrışım kaynağı olarak “ev” in ön plana çıkması Necatigil ile sınırlı değildir. Sanatçı üzerine tesir eden âmillerden olan mekân vasıtasıyla sıcak dizelerini, duygu ve hayallerinin arasından damıtarak kâğıda döken Ziya Osman Saba, bu anlamda ilk akla gelen sanatçılarımızdandır. Saba’nın Değişen İstanbul adlı eserindeki ilk yazısının başlığının “ev” olması dikkat çekicidir. Onun şiirlerinde ev, çocukluğa dönüşün ayrılmaz birparçasıdır. Şiirlerine yansıyan çocukluk hatıraları, hep bir eve ya da evin bahçesine sığınır. 1943 yılında bastırdığı Sebil ve Güvercinler adlı şiir kitabının isminin barındırdığı sıcak yuva hissi oldukça belirgindir.
Ziya Osman Saba’nın vefatı üzerine Türk Yurdu dergisinde bir yazı kaleme alan Abdülhak Şinasi Hisar, onun şiirlerindeki ev-çocuk münasebetine şu şekilde değiniyor: “ Ziya Osman Saba’nın şiirlerinin merkezi, çocukluğunda babası ile, annesiyle yaşadığı bir evdir. Şiirleri de böyle bir evin mahremiyetinin hatıraları oluyor. Bütün bu şiir kitabının hatırlattığına göre, o zamanlarda böyle, bu eski zaman tiryakilikleriyle evlerimiz öyle bir şiir kovanı oluyordu ki, hepsi büyülenmiş gibi, içlerinde bulunan bütün maddî eşyalar da içlerinden taşan şiirleri söyler ve isimleri birer şiir ismine benzerdi.”
Ev denince Tevfik Fikret ve Aşiyan’ının akla gelen ilk isimlerden biri olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. Fikret’in psikolojisi ve sanatı üzerine çalışma yapan pek çok hocamız, bu konuyla ilgili derinlikli analizler yaptılar ve önemli sonuçlara ulaştılar. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın da belirttiği gibi Tevfik Fikret, Türk edebiyatında mizaç ve karakteri üzerine en çok tartışılmış şahsiyettir. Mizacındaki aşırı duyarlılık ve içe kapanıklık ile birlikte şeker hastalığıyla da mücadele eden Fikret, karamsar bir ruh hâline bürünmüştür. Bu psikoloji ile yaşadığı uzlet arasında münasebet olduğu açıktır. Ancak Fikret için ev, Ziya Osman’da olduğu gibi çocukluğun neşvesini çağrıştıran bir mekân değil, yetişkinlik döneminin siyasî ve rûhî buhranlarından kaçmak için kullanılan tipik bir sığınaktır. Zira Fikret her ne kadar çocukluğunda da eve bağlı olsa da, ilerleyen yıllarda babasının konağından soğumuştur. Buna binaen hayatının geri kalanını Aşiyan’da geçirir.
Edebî eser ortaya koyma çoğu zaman içe dönme ameliyesi ile bağlantılıdır. Tanpınar’ın ifadesiyle “şiirin bir susma işi” olduğunu düşünürsek, ev bunun için ideal bir mekândır.
Kaynaklar:
Fatih Andı, Hayata Edebiyatla Bakmak, 3F Yayınları
Muhsin Macit, Kırklar Divanı, Kapı Yayınları
Ziya Osman Saba, Değişen İstanbul, Varlık Yayınları
murekkephaber.com