Zor şartlarda altında Birinci Dünya Savaşına giren Osmanlı İmparatorluğu, müttefikleri yenilince yenik sayılmış ve kazanan devletlerin işgaline uğramıştı. Üst üste savaşlar geçirmiş ve topraklarının yarısından fazlasını kaybetmiş olan imparatorluk yorgunluğun had safhasında iken, elindeki son toprak parçası olan Anadolu’yu korumanın derdine düşmüştü.
Devlet-i Âliyye’nin en parlak subaylarının, devletin ve milletin içinde bulunduğu makûs durumu düzeltmek için kafa yorduğu süreçte gelişen Erzurum ve Sivas Kongreleri ve akabinde Ankara’da büyük millet meclisinin açılması son vatan toprağı olan Anadolu’nun kurtarılması için bir umut ışığı olmuştu.
Trablusgarp Savaşı (1911) ile başlayan ve akabinde devam eden Balkan ve Cihan Harpleri ile iyice yorgun düşen Osmanlı Devleti on yılı aşkın bir savaş sürecinden sonra elinde kalan son imkanlarla Anadolu’da bağımsızlık savaşı vermekteydi. Elinde kalan son imkanların, savaşmaktan yorgun düşmüş dağınık asker grupları ve yetersiz ekipmanlar olduğu düşünülürse, kurtuluş savaşının komutanlarının işlerinin hiçte kolay olmadığı ortadaydı.
Kurtuluş Savaşının kilit noktası olan 30 Ağustos 1922 Başkomutanlık Meydan Muharebesi ise, büyük taarruz ile başlayan atağın en önemli halkası olmuş ve “Güzel İzmir”e giden yolu açmıştı. İmkansızlıklar içinde savaşan askerler, Anadolu’nun çok farklı yerlerinden seferberlik emri ile gelmiş ve halen silah altında bulunan garip Anadolu gençlerinden oluşmaktaydı.
Benim dedem de (babamın babası) işte bu garip Anadolu gençleri arasında yer almaktaydı. O dönem kullanılan Rumi takvime göre 1314 yılında (1898) doğan dedem, seferberlik emri ile 1914 yılında daha 16 yaşında iken silah altına alınmış ve cepheye gönderilmişti. Kendisini sağlığında görme şansına ulaşamasam da, büyüklerimden dinlediğim ve sonradan yaptığım okuma ve araştırmalarla hiçte imkansız olmadığını gördüğüm anıları kaleme dökülse ciltler dolusu eser çıkaracak cinstendir.
Hangi Anadolu genci yaşamadı ki o anıları, o acıları, o hatırlanmak dahi istenmeyen yokluk günlerini…
Dedem Halil İbrahim Keçeci, 16 yaşında düştüğü cephelerde tam dokuz yıl silahaltında kalmış ve 1923 yılında yeni cumhuriyetin ilk yılında terhis olarak vatan hizmetini tamamlamıştır. Yıllarca anlattığı ve büyüklerimizden bizlere intikal eden anıları ve elimizde bulunan tek fotoğrafı ile övündüğümüz gazi dedemizin anıları Anadolu’nun pek çok köyünde yer alan kahramanlık hikayelerinden farklı değildir.
İstiklal madalyası ve gazilik maaşı bağlanacağı zaman, o dönem Osmanlı ordusunun üçte birinin içine düştüğü durumdan dedem de nasibini almış ve cepheden hava değişimi amacıyla geldiği süreden cepheye geri döneceği süre arasında imzalanan Mondros Mütarekesi nedeniyle teskeresiz terhis olanlardan olmuştu.
Bu şu anlama gelecekti ileri de; Cepheden belge ile giden ancak belgesiz olarak geri dönen, bu durumu bir tek dedem değil yaptığım araştırmalar ve konu ile ilgili olarak Genelkurmay Arşivlerinde yapılan çalışmalardan gördüğüm kadarıyla Osmanlı ordusunun en az üçte biri bu duruma düşmüştü.
Gelgelelim kendisi ne düşünmekteydi; büyüklerimin kendisi için Ankara’ya mektup yazma ve gazilik aylığı ve istiklal madalyası talep etmesi hakkı olduğunu söylediklerinde; “Biz bu vatanı, evlerimizi, insanlarımızı savunurken onlar için savaşırken, bize aylık bağlanacak yada madalya takılacak diye düşünmedik, maaş yada madalya için savaşmadık. Bağımsız ülkemde yaşıyorum, bu bana yeter.” demişti.
Benim gazi dedem, bunu söylerken cephede birlikte savaştığı ve kucağında ölen arkadaşlarını düşünmüştü sanırım. Onlar aç susuz can verip vatan toprağına düşerken ben bir maaş peşinde koşamam diye içinden geçirmişti.
Dedeme yokluk günlerinde nasıl savaştıkları sorulduğunda her zaman o anılarını ilk defa anlatıyormuş gibi başlarmış anlatmaya; Kurtuluş ordusunun diğer gazilerinin söylediğini söylermiş; “Düşmanın topu, silahı, yemeği, kıyafeti her şeyi vardı. Bizde ne doğru düzgün silah, ne yemek ne kıyafet… Ancak bizim de iki şeyimiz vardı, bir ona sığındığımız her şeye gücü yeten Allah’ımız birde başımızda kudretli Mustafa Kemal Paşamız.”
Bu ruh ve inanç ile kazanmışlardı savaşı ve elde kalan son vatan toprağı Anadolu bu savaşlar sonucu yeniden yurdumuz olmuştu. Benim gazi dedem ve silah arkadaşlarının her türlü imkansızlığa sabırla karşılık verip savaşması ve başta Mustafa Kemal Paşa ve diğer komutanların olağanüstü idaresi ile…
29 Ekim bir ruhun adı olmuştu, imkansızlıkların da çözümü olduğunu ve hiçbir şeyin bahanesi olmadığını, aç kalmanın, susuz kalmanın, silahsız kalmanın, her şeyi ile üstün düşman güçleri ile karşılaşmanın vatan savunmasına engel olmadığının.
29 Ekim yeniden uyanışın simgesi olmuştu, yıkılmış harap olmuş devletin yeniden ayağa kaldırılabileceği ve bağımsız bir devlet olmanın üstelik dünyanın süper güçleriyle aynı ortamlarda aynı konumda bulunmanın mümkün olduğunun simgesi.
Unutmayalım, bu toprakların tüm şehitlerini, tüm gazilerini ve başta Gazi Mustafa Kemal Paşa olmak üzere tüm komutanlarını saygı ile anmak ve emanetlerini korumak en temel vazifemizdir.
Benim gazi dedem, evlatların seninle gurur duyuyor, bu vatan seninle gurur duyuyor, ruhlarınız şad olsun…