Birbirinden bağımsız ve ilk görüşte doğrudan alakasız gibi görünen bu dört başlığın aynı yazıda yer alması ilginç gelebilir.
Hayat ve Ölüm ikilemi birbiri ile doğrudan bağlantılıdır ancak şu var ki kimi felsefecilerin ve bu konuda kafa yormuş kimi diğer ilim adamlarının çıkarımlarından “Hayat ve Ölüm” kavramlarını birbiri ile ilintilendirmediğini görürüz. Hani meşhur felsefi yaklaşım vardır ya; “Ben var isem ölüm yoktur, ölüm geldiğinde ben olmayacağım, o zaman ölümden korkmama gerek yok.” diye…
İnsanoğlu var olduğu günden beri, bu ikilemi tartışmış ve bakış açısına göre çıkarımlarda bulunmuştur. Din eksenli duruştan tutun, tabiat eksenli duruşa herkes bir yorumda bulunmuştur.
Hayat ve Ölüm ikilemi gibi bir diğer ikilemde yine ilk bakışta alakasız gibi dursa da doğrudan alakalı olan Özgürlük ve Sanat kavramlarıdır.
Özgürlük deyince akla çok şey gelir;
Özgürlük, ey özgürlük adına nağmeler yakılan, hasretle beklenen özgürlük sen nelere kadirsin. Seni özlemek, seni istemek tıpkı sevgiliyi özlemek gibidir ey özgürlük…
Özgür olmayan kişi ve toplumların ürünlerine baktığımızda gerek sosyolojik olarak gerekse tarihsel perspektiften çıkan sonuç, istenilen ve arzulanan boyutun bu olmadığıdır.
Diğer bir deyişle, Sanatsal faaliyetlerin hangi alanı olursa olsun üretimi ve sunumu esnasında özgürlük yok ise o eser sınırlı, kısıtlı ve sorunludur.
Bu sebepledir ki doğrudan alakası yok gibi görünse de uğruna hasret gözyaşları dökülen özgürlük, sanat ile iç içedir.
Resim, heykel, müzik, yazın hayatı ve daha akla gelebilecek pek çok sanatsal faaliyet kendilerini özgür ortamlarda geliştirirler. Felsefenin neden Ege topraklarında doğduğunu hepimiz biliriz, sınırsız özgürlük ortamı ve ekonomik refah seviyesinin belli bir düzeye ulaşması insanları bu uğraşlara itmiştir.
Hayatta hiçbir şey aslında tesadüf değildir, her sonuç bir nedenin ürünü olduğu gibi her sonuç yeni sebeplere de yol açar ve böylece insanoğlunun medeniyet macerası sürer gider.
Gelelim bu dört başlığın ortak noktasına;
Bir sanat eserinin üretilebilmesi için önce yaşam gerekir yani onu üretecek, var edecek ve sunacak bir yaşam.
Bir sanat eserinin üretilebilmesi için özgürlük gerekir, onu yansız, tarafsız, kısıtlamasız ve baskısızca üretecek bir özgürlük.
Hayat ve Özgürlüğün temiz ve duru bir sanat eserine yol açtı sonucuna vardığımızı düşünelim, peki Ölüm kavramını burada nereye koyacağız? Ölüm, yukarıda da bahsettiğim üzere insanoğlunun korku dünyasını şekillendiren ve hayatın sonuna varmanın derin hüznünü yansıtan bir kavramdır.
Peki sanat ve sanatçı ölür mü? Hayat içerisinde, özgür ortamda üretilen bir eser ve bu eseri üreten sanatçı?
Hz. Mevlana ne güzel söylemiş, sanki bu sorumuza cevap olsun diye; “Kalp ölür ama kalpten gelen ölmez. Kalp çürür ama kalpten gelen çürümez.”
Bir sanatsal faaliyeti ve ürünü ve bir sanatçıyı ölümsüz kılan işte budur. Halk için üretilen ve halka mal olan bir yapıt çevremizde ve araştırmalarımızda da gördüğümüz üzere üzerinden yüzlerce hatta binlerce yıl geçmesine rağmen ölmemekte ve çürümemektedir.
Demek ki; Hayat-Ölüm ve Özgürlük-Sanat kavramları pek çok noktada kesişmekte ve birbirini tamamlamaktadır.
Her fani gibi bizlerinde bir sonu yani ölümle yüzleşeceği bir gün vardır ancak yazdıklarımız ve yaptıklarımız halka mal olduğu sürece, sanata hizmet ettiği sürece ve Hz. Mevlana’nın söylediği gibi kalpten geldiği sürece ne ölecek nede çürüyecektir.
Özgür olmayanların bir an evvel özgürlüğüne kavuşması ve sanatını icra etmesi temennisi ile…