“Yetişkin bir kadının cinsel hayatı, psikoloji bilimi için ‘karanlık bir kıta’dır.”
Sigmund FREUD
“Uygarlığımızda bir kızın özgüvenini ve cesaretini yitirmemesi kolay değildir.”
Alfred ADLER
“Tanrı kadını, düşünmek istemediğini düşünmek zorunda bırakacak biçimde yaratmıştır”
Carl Gustav JUNG
Doğanın bir parçası olarak hayata ve varoluşa serpiştirildiğimiz ilk andan itibaren, bir bütün olarak yapılanmış doğanın, bütünden haber veren kayda değer bir parçası olarak, insansal yaşam alanına fırlatıldık.
Cennetten düşmüş insan, yitik cennetini arama sevdasından asla vazgeçmedi. Bulamayacağını bildiği zamanlarda bile aramaktan geri durmadı. Ruhu bu anlamda mutlak bir eksiklik barındırıyordu.
Ruhundaki bu mutlak eksikliği, uçsuz bucaksız boşluğu ve doymak bilmez açlığı yatıştırmanın bir yolunu bulmuştu: Hayal.
Hayallerle istediği kişi olabiliyor, amaçladığı zirvelere çıkabiliyor, kendisini gerçekleştirmesine yarayacak; mal, makam, mülk, konfor, sağlık, esenlik, insan ve insanları elde edebiliyordu.
Ancak sonuç itibariyle hiç hesaba katmadığı bir şey daima hazırda bulunabiliyordu: Sukut-u Hayal.
Hayal kırıklığı insanı genellikle elde etmek istediği şeyi / kişiyi elde ettiğinde buluyordu.
Aslında ne istediği ve amaçladığı şey bu elde ettiğiydi ne de hayalini kurduğu kişi bu kişiydi.
Ancak daha da acayibi hayal kırıklığı daha çok ‘dişi varoluşa’ çelme takıyordu.
Fiziksel zayıflık duygusal güçlülük ile ancak bir oranda ödünlenebiliyordu.
Bu nedenle genç kız; tüm zaaf, umut, beklenti, hayal ve geleceğe ait metaforları ile afyonik bir mutluluğa sahip olabiliyordu.
Bu nedenle Jung’ın da ifade ettiği gibi kadın doğasına dokunan bir “kolektif kadın bilinçaltı” oluştu. Arketipler genel insan türü arketiplerinden belirli oranda altsal kategorileşmeye uğrayarak birkaç arketipte karar kılındı.
Genç kız; tüm çıplaklığı, gerçekliği ve bilinçaltı süreçleriyle bu metaforik arketiplerden yola çıkıyor ve böylece farkında olmasa bile önceden kaderlenmiş bu psişik süreçlerden geçiyordu.
Bu nedenle genç kız uzun yaşam dönemselliğinde evrile evrile; hem önceden kendi suçu nedeniyle kovulmuş olduğu cennetine tekrar kavuşmanın ve akıl almaz ruhi boşluğunu bir nebze de olsa doldurmanın ve hem de açlığını palyatif gıdalarla yatıştırmanın yolunu bulmuştu: Metaforlar.
Ve sonunda genç kız; her tür zaman, mekan ve bağlamlardan bir kopuşa mahal vermeksizin üç metafor geliştirdi: Beyaz Atlı Prens, Beyaz Gelinlik ve Dillere Destan Düğün.
Bu metaforlara göre gün gelecek; ideal cennetine daha bu dünyadayken kavuşacak; tinsel, özdeksel ve ussal anlamda tam bir iyilik haline erişecek, tozpembe bir dünyaya adeta ışınlanarak ayakları yerden kesilecek ve sonsuza kadar/sınırsız olarak mutlu ve mesut yaşayacaktı.
Ta ki gün gelip de, kehanet kendisini gerçekleştirip de, ruhsal metaforlar ete ve kemiğe bürünüp de hayallerine kavuşana kadar…
İşte o zaman tüm hayaller; suya düşmüş bir gül gibi düşüyor, baş dönmesi ve bulanık bir görüşe eşlik eden ve hızlıca yere düşüşe geçen bir cam kavanoz gibi kırılarak her bir parçası bulunamaz uzaklık ve küçük parçacıklaşma ile parça parça parçalanıyordu.
BEYAZ ATLI PRENS
Genç Kız; kendisine itiraf etmediği zamanlarda bile hep onu düşündü.
Gün gelecek Beyaz Atlı Prens birden belirecek, sürpriz bir şekilde atından inecek, önce onu aşk dolu duygularla sarıp da öpecek daha sonra da onu atına alarak uzaklara; güneşin bir ana kucağı gibi âşıkları ısıttığı, ayın bir lamba gibi önlerini loş ışıklarla aydınlattığı ve yıldızların bir sanat eseri gibi aşklarına estetik kattığı o mutluluk diyarına götürecekti.
Beyaz Atlı Prensine iyi-kötü kavuşmayan hiçbir genç kız yoktur. Hatta genç kız genelde onunla evlenir.
Aşk evliliklerinin görece mantık evliliklerinden çok daha mutsuz sürdürüldüğünü gösteren istatistikleri doğrularcasına sonradan olacakların farkında bile değildir.
Çok değil bir müddet sonra bakar ki Beyaz Atlı Prens; o kutsal aşk yuvalarında kirli pijaması ile örtüsünü bozup yerlere sarkıttığı kanepenin üzerinde yayılıp geriye doğru gerilmiş, başka bir yerlere yoğunlaşmış, pis ve pasaklı saç-sakalını bakımsızlıktan kokar hale getirmiş ve tüm bunlar yetmezmiş gibi karnını açıp göbeğini kaşımaktadır.
İnsanüstü sandığı, kıçı bile misk ve amber kokuyor diye hayal ettiği Beyaz Atlı Prens, evde tuvalete gitmekte orada çeşitli eza ve cefalara maruz kalmakta, sanki mahsustan yapıyor izlenimi vermişçesine sadece şok üzerine şok yaşatmaktadır.
İşte o zaman büyü bozulur. Muhteşem sanat eseri tablo düşüp parçalanır ve hiç bitmeyecek sanılan o büyük aşk içten içe bir basit görme, küçümseme ve aşağılamaya dönüşür.
Bu anlamada Beyaz Atlı Prens, neden evli kadınların bekârlarına göre daha fazla aldattığının en anlaşılabilir açıklaması olarak da işlev görmektedir.
BEYAZ GELİNLİK
Gelinlik niye beyazdır?
Çünkü gelinlik bir metafor olarak; temizlik, saflık, berraklık ve masumiyetin sembolüdür.
Dişi bilinçaltı beyaz gelinliği, giyildikten sonra kişiyi sadakat abidesine çeviren bir okus-pokus olarak yorumlamaktadır.
Çünkü o gelinlikle; bir söz verilmiş, bir ant içilmiş ve kutsal bağlılık yemini ile bir sözleşme imzalanmıştır.
Yüce Bakire, iffet abidesi o beyaz mendil, giydiği beyaz gelinlikle en kutsal yerinden feragat ediyordu.
En kutsal yerini feda ettiği kişinin de bu ulvi fedakârlığın değerini bilmesi ve icap eden her tür minnettarlığı sunması gerekiyordu.
Ancak süreç hiç de beklendiği gibi işlemiyordu.
O; kutsal rahibeden bekâret çalan adam…
O; baştan çıkaran centilmen ve çapkın şeytan…
O; iyilikbilmez pis nankör…
Gül gibi karısının üstüne gül koklamaktan imtina etmiyor, yasakları çekicileştirerek fantezileri derinleştirebiliyor ve en kötüsü bir zamanlar kutsal gelinlikle örtünmüş kadının gözlerinin ta içine baka baka yalan söyleyebiliyordu.
Bu ne cüret?
Bu ne akıl almaz bir ihanetti?
Karşılıksız mı kalacaktı?
Hayır.
İntikam en acı bir şekilde alınır.
Üstelik sevgi saçan sahte gülüşlerle makyajlanarak sessiz ve derinden gelişip büyür, yuvalarındaki mutluluk dozunun günbegün artmasına koşut aldatma kıvamı da günbegün yoğunlaşır.
İntikam sevgi ile alınır, aldatma itinalı bir planlama ile zamana yayılır ve böylece anlaşılır ki:
Beyaz Gelinlik hiç de masum değilmiş!
DİLLERE DESTAN DÜĞÜN
Öyle bir düğün yapacaklardı ki, bu düğün dillere destan olacaktı.
Yüzlerce fotoğraf çekilecek, kamera flaşları hiç durmadan patlamaya devam edecek, aşk dolu karelerden en aşk dolusu olanları yakalanacaktı.
40 gün 40 gece insanlar, onlar cinsel ilişkiye girebilsinler diye, meydanda kendinden geçmişçesine tepinecek, şizofrenik haykırış ve çığlıklar eşliğinde esrik bir ayin icra edilecekti.
Mürüvvetini gören anne-babanın göğsü kabaracak,
Dostlar ve samimi arkadaşlar imrenecek,
Hain akrabalar ve düşmanlar kıskançlıklarından çatır çatır çatlayacaktı.
Ve her şey istenildiği gibi olur.
Amaca ulaşılır. Hayaller gerçekleşir.
Ancak ve ancak…
Her kolaylığın sonunda bir zorluk vardı.
Her sevinç üzüntüye dönüşebilecek bir potansiyele sahipti.
Ve her mutluluğun sonu hüsrandı.
İnsanlar dağılır, çadırlar kaldırılır, orkestra toparlanmış, yaltaklanan gülümsemeler ortadan kaybolmuştur…
Anne baba bile genç kızlarını yaban ellerin ıssızlığına terk etmiştir.
Artık yabancı bir ruh yabancı bir ruha imkânsız olmasına rağmen ısınmaya sadece çalışacaktır.
Bir et ve kemik parçası, başka bir et ve kemik parçası ile baş başadır.
Ruh cinsellikle arınmamakta, madde ve mana zoraki birliktelikleriyle bir yerlere varamamaktadır.
Dillere destan düğün biter, evlilik gerçekleşir.
Ve genç kız kendisine sorar:
Hepsi bu muydu?