İlklerin dayanılması zor ve unutulması imkânsız tutkusu...
Ağaçlardan kopan yaprağın ağırlığı...
Esprisi anlaşılamayan hayatın neşesi...
Sulu dolu bardağı terleten sıcaklık ve bardağın dış yüzeyinden kayıp giden su damlası…
Geçip gidenlerin tortusundan seçilenler ve bir klişe olarak ilk aşkın lekesizliği. Burada bir durak bulup soluklanmak gerekiyor. Yaşamın özüne ulaşmak için kat edilen koyu kırmızı damarlardan geçilen, o damarların merkezlerini anımsamak için geçen zamandan geriye kalanlara bakmak gerekiyor. Yüreğin magmasına dokunan o ilk kişiyi unutamamanın getirdiklerine onca zaman sonra yeni baştan, sıfırdan bakmak için kimselerin girmeye cesaret edemediği şelalelin içinden geçip gizli mağaralara dalmak gerekiyor. İlk aşkın sahiden lekesiz olup olmadığının anlaşılması için aynı soruyu onlarca dilde yeniden ve yeni baştan sormak gerekiyor: İlk aşk, unutulmasının imkânsızlığının kabulü neredeyse evrenle yaşıt olan ilk aşk, sahiden lekesiz mi? Peki ya perdeler, onlar neden lekeli olabilir? Hangi otelin hangi odasının perdeleri bunlar? Ruh ne zaman üşür? Deniz canlılarını içinde büyüten denizin ve okyanusların maviliği hangi duyguları harekete geçirir?
Bir, ciddiyet mühimdir önce. Pürtelaş yaşanmamış, ruhun kendini biteviye otopsi masasına yatırmasına rağmen düşünmekten vazgeçilemeyene dönüşeni mikroskopla incelemek gerekir. Ve ardından maviye dönmek gerekir. Çünkü bilen bilir, mavi huydur bazılarında. Mavinin kamçıladığı duygular da yanına kâr. Çünkü sahiden, yolu Ruh Üşümesi'ndeki gibi lekeli perdeleri olan bir otel odasından geçse de ilk aşk lekesizdir.
Tıpkı dinmeyen sancıların bitmesi gibi.
Ya da her ne yaşanırsa yaşansın, hep sıfırdan başlamak gerekse bile, direnmek gerektiği için. Böylesi daha kabul edilebilir değil mi ilk aşkın indinde?
Peki, neden anlatıldı bütün bunlar şimdi?
Neden peş peşe geldi bu tümceler, sözcükler ve dahi harfler?
Hepsi ilk aşkın lekesizliğini tasvire çabalarken güçsüz kalmak için dizildiler art arda.
Yeni bir soluk gibi.
Yeni baştan.
Sıfırdan.