Sanatın aslında yansıtma işi olduğu, Platon’dan beri söylenegelen bir husustur. Aristo ve Horatius tarafından geliştirilen “yansıtma kuramı” üzerinde asırlardır çalışan teorisyenler, söz konusu kuram üzerine farklı görüşler sarfetmişler, getirdikleri eleştirilerle sanat-gerçeklik ilişkisinin elle tutulur, sağlam bir zemine oturmasını sağlamışlardır. Sanat kuramlarıyla ilgili yapılacak kronolojik bir okuma, meselenin ayrıntılarını gözler önüne serecektir. Ancak tüm bu tarihsel süreçten çıkarılan, “sanatın gerçekliği yansıtma işi olduğu ve bu yansıtmanın sanatın kendine has estetik kâideleri çerçevesinde gerçekleştiği” fikridir. Sanatın bir yansıtma işi olduğunu belirten ayna imgesi, özellikle edebiyat alanında gerçekçi yazarlar tarafından kullanılmış, Stendhal romanı “yol üzerinde gezdirilen ayna” olarak tarif etmiştir.
Edebî eser, hususiyle de roman, yaşanmış gerçekliği olduğu gibi aktarmaz. Konusunu tarihi bir vakadan alsa da bu böyledir. Söz konusu olay örgüsü, romanın kendine has kurmaca dünyasında yeniden şekillenir ve edebî eserin estetiği içerisinde vücut bulur. Başarılı bir tarihî romanı, bir tarih metninden ayıran da kurmaca içerisinde gerçekliğin yeniden şekillenip estetize edilmesidir. Bugün gerçeklik-eser ilişkisi belki de en çok tarihî romanlarda ve tasavvuf konulu anlatılarda tartışma konusu oluyor. Oysaki bir yazarın-özellikle de roman yazarının- dış gerçekliği nasıl algıladığı ve sanatın dünyası içerisinde nasıl şekillendirdiği, başlı başına bir meseledir. Roman türündeki eserler incelenirken her şeyden önce romanın modern zamanlara ait bir anlatım türü olduğu unutulmamalıdır.[1] Dolayısıyla modern romanın gerçeklik algısı, modernizmin gerçeklik algısıdır. Yakın geçmişinde pozitivist düşünce sistemini tecrübe etmiş Avrupa’da pozitif bilimlerin öngördüğü gerçeklik, roman türünde de kendisini hissettirmiş, ilkokuldan beri öğretile gelen klasik roman tanımının olmazsa olmaz bir parçası hâline gelmiştir. Özellikle fizik alanında son dönemde meydana gelen değişmelerle gerçeklik algısı da değişince postmodern roman bu tanımlamanın sınırlarına sığmaz olmuştur. Postmodern romanda gerçeklik algısı, başlı başına bir tartışma konusudur ki tartışmanın boyutu bu yazının sınırlarını aşar.
Batı’da gerçekliğin sanat eserine yansıması, pozitif bilimler ve pozitivist felsefeyle doğrudan ilişkili görünüyor. Peki İslâm medeniyet dairesinde ortaya konan eserlerde de bilim-kastımız fünûn-ı müsbete- ve felsefe gerçeklik algısını belirlemede vazgeçilmez referanslar mıdır? Yani bizim edebî eserlerimizde gerçekliğin ortaya konuş biçimi felsefe ve bilimden bağımsız ele alınabilir mi? Bu soruya cevap vermek o kadar da kolay değil. İslâm dünyasında özellikle son iki-üç asırda bilim ve felsefenin hâli dikkate alınırsa bu zorluğun nedeni daha iyi anlaşılacaktır. “Müslüman coğrafyada felsefenin durumu nedir?”, “İslâm felsefesinin kendine has imkânları-tasavvuf felsefesi ve vahdet-i vücut da dahil- sanat eserinin gerçekliğini inşa etmede ne derece etkilidir?” gibi cevaplanması hayli meşakkat isteyen soruları bir kenara bırakalım. Batıdaki gibi bir pozitivist tecrübe geçirmeyişimiz dahi bu konudaki soru işaretlerini arttırmakta. Her ne kadar pozitivist bir düşünce sistemi inşa etmesek de, Beşir Fuad, Abdullah Cevdet gibi pozitivist düşünürler marifetiyle bu düşünce sistemini Avrupa’dan ithal ettik. Roman türünün de Tanzimat ile yazın hayatımıza girmiş ithal bir tür olduğunu düşünürsek, romanı tüm unsurlarıyla ithal edip etmediğimiz sorunsalıyla karşılaşırız ki bunun içerisinde gerçeklik algısını da Batı’dan aynen ithal etme durumu da karşımıza çıkmakta. “Yaşanmış ya da yaşanabilir olaylar vurgusu” ilk dönem yazarlarımızdan itibaren ısrarla vurgulanmıştır. Namık Kemal’in Leyla vü Mecnun, Hüsn ü Aşk gibi klasik edebiyata ait mesnevileri romandan saymaması, hatta tasavvuf risalesi olarak küçümsemesi, aslında bu eserlerin gerçeklik algısının Batı’dan gelen gerçeklik algısına uymamasından kaynaklanıyor. Bu eleştirilerin İslâmcı-Osmanlıcı Namık Kemal tarafından yapılıyor olması, sizce de düşündürücü değil mi?