İnsan çoğu zaman kaçtığı olgu veya meseleler tarafından kovalandığını düşünür. Şu “muhafazakâr” sözcüğünü sevemedim gitti. Üstelik sosyal bilimler açısından da sorunlu bir kavram olduğunu düşünüyorum ve bunu söz konusu kavramı kullanmak zorunda kaldığım her durumda ısrarla ifade ediyorum. Ama kültür-sanat meselelerinin tartışıldığı her ortamda sanatçının ideolojisi ve sanat eserinin misyonu gündeme geldikçe, muhafazakâr sanat tartışması da bir şekilde alevleniyor. Bu kez beni yazıyı yazmaya iten sebep, modernist ya da toplumcu gerçekçi sanatçıların muhafazakârların sanatsal yeterliliğiyle ilgili şüphe ve sorgulamaları değil. Aksine muhafazakâr diye nitelenen az çok mürekkep yalamış çok sayıda okuyucuda gözlemlediğim postmodernizm hayranlığı. Modernizmin kendilerine kültür-sanat alanında söz söyleme hakkı tanımadığını düşünen bu kitle, postmodernizmin “dini dışlamayan” tutumuna ve üç semâvî dinin bakış açısının hâkim olduğu Ortaçağı bile dönülüp işlenecek bir kaynak gibi gören esnekliğine sığındılar. “Sanat eseri de muhafazakâr olur, muhafaza ettiği değerleri bal gibi de açıktan açığa savunur; bizim toplumcu gerçekçilerden neyimiz eksik?” diyenler, meşruiyetlerini maalesef muhafaza ettikleri değerlerden değil, postmodernizmden almaya başladılar. Bazıları postmodernitenin himayesine girmiş olmakla, gerici damgası yemekten kurtulmayı garantilemiş hissediyor olabilir. Kendilerince haklı sebepleri de olabilir. Ama cevaplanması gereken önemli bir soru var; eğer muhafazakâr sanat diye bir şey varsa, postmodern merhamete ihtiyacı da var mıdır? Bir değeri kutsuyorsunuz, savunmak adına ortaya bir eser koyuyorsunuz, hatta bu değeri savunmak için eserin sanatsal değerinden fedakârlık bile yapıyorsunuz; ancak sanatsal meşruiyetinizin kaynağını bu kadar savunduğunuz değerlere dayandırmaya korkuyor belki de utanıyorsunuz.
Bu yaklaşımı sadece sanat/edebiyat alanında görmüyorum. Son birkaç asırdır dindarlar kendi “din dilini” dahi oluşturamadı. Şu veya bu nedenle uzağında kaldıkları kültür-sanat meseleleriyle ilgili meşruiyetini kendi değerlerinden alan sağlam bir zemin kurmak şöyle dursun, asırlardır tekke ve medrese geleneği içerisinde iki ayrı koldan büyük bir ilim havzası oluşturdukları hadis, fıkıh, kelâm, tefsir, din felsefesi, tasavvuf gibi alanlarda bile söylediklerini meşru göstermek için Aydınlanma değerlerine atıfta bulundular. Kendilerini yok sayan bir bilgi sistemine, Pozitivizme bile sığındılar. Kendi din dilini oluşturamayanlar, pozitivist tefsirler yazıp, gülünç duruma düştüler. Kelâm meselelerini ele alırken gelenek içerisinde ilm-i kelâmda zirveleşen şahsiyetlere atıf yapmaya çekinenler, modern insanın içerisinden çıkamadığı meselelere varoluşçu yaklaşımlarla çözüm getirmeye çalıştılar. İnsanları ikna etmekten çok, meşru görünmek birinci öncelikleri oldu. Ben, muhafazakâr sanat meselesini, Prof.Dr. Namık Açıkgöz gibi bir “mağduriyetin ifadesi” olarak görüyorum. Sanat eserinin belli bir tezi açıktan açığa savunmasının esere getirdiği eksikliği kabul etmekle birlikte, bazı toplumcu gerçekçi yazarların “propoganda edebiyatı” ürünü romanlarının bu eleştirilerin kapsamı dışında tutulmasını da anlayamıyorum. Dindarların postmodern merhamete ihtiyacı yok. Sahip oldukları gelenek ve birikim, onların yeni bir din ve sanat dili inşa etmeleri için yeterli. Bir toplumcu gerçekçi, savunduğu sanat anlayışını Marksist estetiğe dayandırıyorsa, bir muhafazakâr niçin kendi değerlerine dayandırmasın? İslâmcı aydınlar, entelektüel birikimlerini bu meseleleri çözmek için harcamazlarsa, dindarlar yine liberal değerlere ve postmodernizmin engin hoşgörüsüne(!) sığınmak zorunda kalacaklar.