GİRİŞ
Toplumlar bazen sahip olduğu geleneksel değerlerin yeterliliğini yitirmesiyle, değişme ihtiyacı kaçınılmaz olduğunda sosyolojik, kültürel, felsefi ve teknik anlamda bir yenilenmeye ihtiyaç duyabilir. Bu gayet makul ve olağandır. Türkiye bahsettiğimiz bu değişimi cumhuriyetle beraber yaşamıştır. Yalnız, olması gereken değişimin ve yenilenme hareketinin özellikle felsefi ve bilimsel alandaki değişimin, mevcut otoriteden ve onun ideolojisinden tamamen bağımsız olması gerekir. Çünkü felsefe ve kendisinin türevi olan bilim belli bir hizmet aracı olmak yerine, doğası gereği bağımsızlık, özgünlük ve kümülatiflik arzeder. Üzerinde duracağımız alan felsefe olacağından, felsefenin bağımsızlığı, özgünlüğü ve özellikle de eski birikimden istifade etme yönü ne ölçüde korunabilmiştir veya korunabilmiş midir? sorularına cevap aramak gerekir.
Cumhuriyet dönemi, Türkiye’de felsefe adına sahip olunandan kopuşun, sahip olunması gerektiği düşünülene yönelişin evresidir. Yüzlerce yılda inşa edilmiş kendine has olma özelliğine sahip bir felsefe köşkü tamamen yıkılma istemiyle yeni bir felsefe gecekondusu inşası girişimi bu evrede vuku bulmuştur. Sahip olunan felsefe köşkü belki eskimiş, boyası dökülmüş, süslemeleri silinmiş, estetiğinin belli bir kısmını yitirmişti buna itirazımız yoktur. Köşkün sahipleri onun korunmasında ve bakımında gaflet içinde olabilirdi. Bu durumda köşkü devralanlardan beklenen tutum bir sarsıntıyla onu yerle bir etmenin aksine, onu restore etmek yeni motiflerle duvarlarını süslemek bahçesindeki nebatı çeşitlendirmek olmalıdır. Nitekim bu köşkü yıkma düşüncesi öyle bir hal almış ki onun enkazı dahi yok edilmek istenmiştir. Gelgelelim Türkiye bir felsefe gecekondusu inşa edebilmiş midir?
Biz bu çalışmamızda Cumhuriyet dönemindeki felsefe algısını ve bu algıya olan yaklaşımlardan kesitlerle konuyu izah etmeye gayret edeceğiz.
CUMHURİYET DÖNEMİNDE TÜRKİYE’DE FELSEFE ALGISI
Cumhuriyet dönemi Türkiye’de yeni bir felsefe kurma girişimi bu değişime öncü olan kişiler tarafından ve aynı kuşaktan gelen kimseler tarafından müthiş bir atılım, yeniden doğuş olarak sıfır noktasından kendi felsefeni üretmek olarak nitelendirilmektedir. Bu anlamda bakıldığında kurucuların felsefesinin neliğini anlamak için tarihsel sürece bakmamız gerekir.
Cumhuriyet dönemi Türkiye’de felsefenin geçirmiş olduğu evreleri, yöneldiği mecraları ele almak istediğimizde karşımıza 1933 yılında yapılan üniversite reformu çıkar. Bu üniversite reformunu ve sonraki süreci Cumhuriyet Döneminde Aydınlanma ve İnsan Felsefesikitabında Sevgi İYİ şöyle izah etmektedir:
“1933’te yapılan üniversite reformu, Meşrutiyet döneminde yapılan eğitim reformu çalışmaları içinde Yüksek Öğretim kuruluşu olarak Darülfünun’un son şekli olan İstanbul Üniversitesi’nin yeni baştan düzenlenmesi, yeniden yapılandırılmasıdır. Türkiye’de üniversitenin oluşumuyla ilgili bu sürece kısaca bakmak gerekirse şunlar söylenebilir: İlk olarak 1863’te açılan Darülfünun ne yazık ki kimi tepkilere hedef olmuş, ondan beklenen sonuçlar alınamamıştır. Kısa aralıklarla kapatılan Darülfünun üç kez yeniden açılmıştır. Dar anlayışlı bazı kişilerin şikâyeti üzerine açılışından iki yıl sonra kapatılan ilk Darülfünun çok geçmeden Galatasaray’da yeniden açılmıştır. Yapılanması da Hukuk, Edebiyat Fakültesinde Arap, Yunan, Latin Edebiyatları, Felsefe, Mantık, Genel Tarih, Arkeoloji kürsülerine yer verilmiştir. Ne var ki bu ikinci Darülfünun da kapatılmış, 1878’de yeniden açılmış ama öğretici yokluğu ve derslere ilgisizlik yüzünden bu girişimde sonuçsuz kalmıştır. Daha sonra, eğitim reformuna ve özellikle yüksek öğretime büyük önem veren Emrullah Efendi, bir yüksek öğretim tasarısı hazırlamış ve Darülfünun’un yeniden düzenlenmesi için 1912 yılında gerekçeli bir rapor yazmıştır. Burada, bir yüksek öğretim kurumu olarak “kültürü yaratan ve yayan temel kurum” diye gördüğü Darülfünun’un temel ödevlerini belirtmiş, ana işlevine işaret etmiştir.
İşte ilk üniversite, bu aşamalardan geçen İstanbul Darülfünun’un köklü bir yeniden yapılandırılmasıyla kurulmuştur. Bu yeni yapılandırma, İsviçre’den çağırılan bilim adamı Albert Malche’ın 1932 yılında üniversiteye ilişkin hazırladığı rapora dayanılarak yapılmıştır.
Türkiye’de üniversite reformu yılları, Almanya’da birçok değerli bilim adamının ülkeden uzaklaştırıldığı bir döneme rastladığından bu bilim adamlarından ve düşünürlerden bazıları Türkiye’ye çağrılmıştır. Bu tarihsel raslantı ve atılan doğru adım, Türkiye’de üniversite reformunun başarıya ulaşmasında çok önemli bir rol oynamıştır. Edebiyat Fakültesinde yeni kurulan Sistematik Felsefe kürsüsüne Hans Reichenbach’ın getirilmesi Türkiye’de felsefenin gelişmesinin yolunu açan bir adım olmuştur. Daha sonra İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümüne gelen Ernst von Aster, Walter Kranz, Heinz Heimsoeth ve Joachim Ritter çok verimli çalışmalar yapmış, çeşitli felsefe dallarının temellerini atmış, kendilerinden sonra da felsefe çalışmalarını sürdürecek ve geliştirecek yeni bir kuşağın yetişmesinde önemli rol oynamıştır. Hans Reichenbach’ın, Nusret Hızır tarafından Türkçeye çevrilen Bilim Felsefesi ve Olasılık Mantığı ağırlıklı dersleriyle bilimsel bir kavrayışın, bilgi arayışının ve düşünmenin temelleri atılmıştır. Bu yeni dönemde, Viyana Çevresi düşünürlerinden Hans Reichenbach’ın bilimsel felsefe ve matematiksel mantık ile başlattığı çizgiyle batılı anlamda bir felsefe filizlenmiş, yani sistematik düşünmenin temelleri atılmıştır. Bunun ardından felsefî düşünüşü geliştirerek sağlamlaştıran, bilginin ve düşünmenin değerini koruyarak ve önde tutarak sonraki kuşakların yetişmesine zemin hazırlayan değerli felsefeciler yetişmiştir. Türkiye’de felsefe için tam bir dönüm noktası olan bu reformun yarattığı ortamda verimli çalışmalar yapan Hilmi Ziya ülken ve Mustafa Şekip Tunç, yine bu ortamda yetişen ilk felsefeciler olarak Macit Gökberk, Halil Vehbi, Eralp, Nusret Hızır ve Takiyettin Mengüşoğlu geleceğe bir pencere açmışlardır.[1]”
Anlaşılacağı üzere İyi, Cumhuriyet döneminde Batı’dan ithal edilen bilim adamlarıyla kurulan ortamda ortaya çıkan felsefeyi başarı olarak değerlendirmekte ve sonraki döneme açılan bir pencerenin de bu ortamda yetişen Türk felsefecileri ile olduğunu dile getirmektedir. Burada İyi’nin farkında olmadığı husus, felsefe inşa etmekle felsefe ithal etmenin aynı şeyler olmadığıdır.
Başka bir açıdan konuyu Dücane Cündioğlu Felsefenin Türkçesi adlı eserinde şöyle anlatmaktadır:
“Cumhuriyet ve felsefe sözcükleri yanyana gelince Darülfünun’un sözümona halefi İstanbul Üniversitesi’nin hamleleri akla gelmez mi? Hele hele Alman hocalar?
Yıl 1935…Paris’te bir sonbahar günü…İlmî Felsefe Kongresi münasebetiyle Sorbonne’un iç avlusunda Adnan Adıvar ile Reichenbach karşılaşırlar. Adıvar kendisinden pek hoşlanmasa da gönlü memleket hasretiyle de yandığı için aralarında –ister istemez- bir muhavere geçer.
Bu muhavere gerçi 1935’de vukû bulmuş, fakat Adıvar’ın yazdığı tarih 1945. Kendisi biraz gergin, biraz kızgın. O basiretsiz denemelerin neticelerini bizzat gördüğü için de suçlayıcı.
Bakalım neler konuşmuşlar?
- Sormak ayıp olmasın amma İstanbul Üniversitesi sizin felsefenizi (yani sırf müsbet ilimler üzerine kurulmuş olan ve tabiat üstünü tamamen inkar eden, felsefe tarihini lüzumsuz sayan felsefenizi) kendi ideolojisine uygun bulduğu için sizi hocalığa seçmiş olacak galiba?
- Bilemem; ve böyle bile bile bir tayini belirtecek delillere de şimdiye kadar da rastlamadım. Zürich’te bizim Mağdur (Hitlerzede) Âlimlere Yardım Cemiyeti vardır, ona müracaat etmişler. O da İstanbul’a bir mürahhas gönderdi. Elindeki listede benim de ismim vardı; günün birinde çağırdılar gittim.
- Edebiyat Fakültesi modern fizike, bilhassa yüksek matematiğe dayanan derslerinizi kolaylıkla takip edebiliyorlar mı?
- Zannetmiyorum.
- O halde Fen Fakültesi talebesi de derslerinizi dinlese, belki daha iyi anlarlar.
- İstanbul Üniversitesi’nde fakülteler su sızmaz bölgelerle birbirinden ayrılmıştır. Ben şimdilik biraz Felsefe Tarihi’de okutuyorum.
- Nasıl, siz ki felsefenin “felsefe tarihi” olmadığını söyleyen bir mektebe mensupsunuz?
- Evet, ne yapalım, talebenin ibtidaî kültür tarihine ihtiyaçları var. Maamafih şimdi bir de felsefe tarihi hocası getirtiyorum. (Evet, ‘getiriyoruz’ değil, aynen ‘getirtiyorum’ dedi.) Bir de benden Yunan felsefe tarihiyle değil, Türk felsefe tarihiyle başlamamı istediler. Bunu yapacak ikitidarım yoktur.
(…) Nihayet neden bilmem bende nadir vaki olan bir nezaket yapma ihtiyacı belirdi de:
-Fransızca’yı iyi söylüyorsunuz maşaallah, dedim.
-Evet İstanbul’a gidinceye kadar bir kelime söyleyemezdim, orada öğrendim.
deyince İstanbul Üniversitesi’nin bu efendiye Türkçe yerine Fransızca öğretmiş olmasına şaştım.
Adıvar’ın değerlendirmesi ise şöyle:
İşte bu kısa konuşmadan sonra birkaç yıl geçti; İstanbul Üniversitesi’ne ben de misafir oldum. Yeni-Pozitivistler mesleğinin eri Reichenbach’ın arkada bıraktığı felsefe muhitini tanımak istedim. Beş sene kadar süren bu İlmî felsefe muhitini tanımak istedim. (…) Bu matematikçi pozitivist felsefeden yadigâr olarak şimdi Ankara’da bir değerli arkadaşın kaldığını, İstanbul’da da evvelce tasavvufî aşk ve felsefe tarikatini tutan bir genç hocanın Yeni İlim Felsefesi mektebine girdiğini öğrendim. Asıl filozof hoca [Reichenbach] ise Amerika’da, o modern Arz-ı Mev’ud’da bir yer bulunca savuşup gitmişti.”[2]
Reichenbach’la ilgili değerlendirmeyi bu şekilde vermenin yeterli olacağı kanaatindeyiz. Anlaşılacağı üzere bir kesim içinde bulunulan felsefî muhitten memnun ve bir diğer kesimde aksi fikriyata sahip. Konumuzla ilgili olarak o dönem Türkiye’de bir felsefe muhiti inşa etmeye çalışan felsefecilerin felsefenin durumuna ilişkin yaptığı değerlendirmeleri içeren anektodlara göz atmak uygun olacaktır.
“Gökberk bir söyleşisinde Türkiye’de felsefede özgünlük olup olmadığı konusunda sorulan bir soru bağlamında, konuyla ilgili görüş bildirmiştir. Ona göre, yaratıcı ulusal felsefenin sınırlarını çizmek zordur ve Türkiye’de çağdaş felsefe bakımından özgünlük yoktur. Türkiye’de özgün felsefe olmamasının nedenleri olarak, büyük bir felsefe geleneğinin olmaması, Cumhuriyet döneminde felsefeci sayısının azlığı ve yeterli düşünce özgürlüğünün bulunmaması sayılmıştır. Ona göre felsefenin gerektiği gibi gelişememesinin en büyük nedeni, gereği kadar özgürlük olmamasıdır. Çünkü felsefe, en radikal en köke kadar inen soru demektir. Bunun içinde mutlaka özgürlük gereklidir ve yasalar ile töreler buna elverişli olmalıdır. Jaspers’in “felsefenin, karşında soru soramayacağı hiçbir konunun olmaması gerekir” düşüncesine katılmaktadır. İlk özgür ortam II.Meşrutiyet döneminde başlamıştır. Batı’da özgürlüğün olmadığı filozofların bunu zorladığı söylendiğinde, bizde Jön Türklerin benzer bir zorlamayı yaptıklarını belirtmiştir. Buna rağmen Türklerde filozof çıkmamasının nedeni olarak, bizim dünyamızın despotik olması gösterilmiştir. Bizim topraklarımız Asurlular, Bizans ve Osmanlılar gibi klasik despotik devletler diyarıdır. Bunların hepsinde, Hegel’in deyişiyle tek kişi özgür, geri kalan insanlar kuldur. Bizde feodalite de yoktur. Batı’da Magna Charta, tek kişinin egemenliğine karşı çıkışın örneğidir. İslam medeniyetinde Farabî örneğine karşı, felsefenin bağımsız olmadığı dinin emrinde olduğu cevabını vermiştir. Ona göre, o dönemde felsefe ne konuyu seçebiliyor ne de araştırabiliyor, ne de yöntemini seçebiliyor. Gerçek anlamda özgürlük olmadığı için gerçek felsefe de hiçbir zaman olmamıştır. Özgürlük Cumhuriyet’le gelmiştir.[3] Gökberk’in sunduğu veriler, onun, Türkiye’de iyi bir durumda olmadığını düşündüğü izlenimini vermektedir. Her ne kadar Cumhuriyet dönemini ayrı tutsa da Cumhuriyet döneminde felsefenin ne durumda olduğuna ilişkin bir şey söylememiştir.”[4]
Bir başka isim “Mengüşoğlu, felsefe alanındaki durumdan memnun değildir. Bağımsız bir metodolojinin Batı’da ortadan kalktığını, memleketimizde ise bu anlayışın devam ettiğini bağımsız bir metodolojinin okutulduğunu belirtmiş ve bunun nedeni olarak da okutulan mantık kitaplarının 19. yüzyılda metodoloji etkisinde yazılmış olmalarını göstermiştir. Bu fenomen, bize aynı zamanda araştırmalara dayanmadan, dışarıda aktarma yoluyla gelen fikirlerin, görüşlerin, nasıl donmuş bir karakter kazanarak, alınan memleketlerde vazgeçilmiş olmalarına rağmen devam ettiklerini açıkça göstermektedir. Kant’ın akıl sahibi bir varlık olan insanın ne kendisi ne de başkası, hatta Tanrı için bile vasıta olamayacağını bildirmiş ve buradan hareketle, ilmî ve felsefî görüş aracılığıyla Garplı’nın otonomiyi yavaş yavaş kazandığını belirtmiştir. Ona göre otonomi ve bireylilik düşüncesi, bir eşya gibi bir memleketten diğerine taşınamaz. Bunu, her sosyal birlik kendisi kazanmak durumundadır. İnsan hiçbir surette hazır olana konmak suretiyle gayesine ulaşamaz. Her şey kendi emeğinin ürünü olmalıdır. Bizim topyekün inkılabımız gerekli zemini hazırlamıştır. Bize düşen iş, bunu bilim ve felsefe bakımından gerçekleştirmektir. Şarklı için ilim ve felsefe, dört duvar arasında vakit geçirmektir. O ilim yapmadığı mevcutla yetindiği için, onun meşgul olduğu ilim ve felsefe de kendi memleketi ile onun problemleriyle uğraşmaz. Mengüşoğlu’na göre, bazı Doğu meleketlerinde “iç”in değil, kalıbın şeklin geçerli olduğundan yazılan yazılar ad değiştirerek birçok amaç için kullanılırlar. Örneğin, doktora tezinin adı değiştirilerek, doçentlik ve profesörlük takdim tezleri olarak da kullanılmıştır. Doğu memleketlerinde, felsefe anlaşılmaz, en azından anlaşılması güç hikmetler alanı olarak görülür. Halbuki felsefede kalıcı ve ilerletici olan fikirler, ilimle ters düşmeyen, sade bilgilerdir. Bütün Doğu memleketlerinde, bu arada bizde eksik olan, fikir tartışmasıdır. Doğu’da insanlar birbirlerine kızarlar, birbirlerine çamur atarlar fakat olup biteni kıymetlendirerek fikir alanına geçirip tartışmazlar. Her şey duygu alanında kalır; bir süre sonra da unutulup gider; hiçbir şey olmamış gibi davranılır. Doğu memleketleri ne çekiyorsa bundan çekiyor. Sergilenen bu görüşler, felsefenin Türkiye’deki durumuyla ilgili olarak iyi şeyler düşünmediğini göstermektedir.[5]”
Yine Nermi Uygur’da “Türkiye’de felsefenin durumunu, 100 Soruda Türk Felsefesinin Boyutları adlı çalışmasında çeşitli yönleriyle ele almıştır. Bununla birlikte felsefenin gelişmesi için geçmişteki felsefemizi canlandırmak isteyenleri de eleştirmiştir. Geçmişteki felsefe hakkında üç sav ileri sürülmüştür: 1- Ulusal geçmişte değerli bir felsefe gömüsü yatar. 2- Ulusal geçmişteki felsefenin bugüne yeterli olduğu düşüncesi. 3- Geçmişteki felsefenin hiçbir zorluk çıkarmadan verimlendirilmeye hazır durumda beklediği. Bu görüşlerin bazı kesimlerde bir doğma şeklini aldığını belirten Uygur, felsefenin iyiliği için önerilenlerin yerine getirilmemesi düşüncesini savunur. Ona göre, ilk savda yer alan, geçmişin değerli felsefe içerdiğini öne sürmek, bir varsayımdır. Geçmişteki felsefenin yeterliliğine inanıldığında, çalışma, yenilik ve değişme isteği geri kalır. Felsefenin akışını durdurur. Felsefeye, yalnızca geçmişten üretilenlere dayanarak bakım gösterebileceğini savunmak, türlü sakıncaları birlikte sürükleyen bir tutumdur. Bazı yerlerinin sınırlandırılması ve bazı sakıncaları giderilmedikçe, bu tutum geleceğin felsefesine hiçbir katkı sağlamaz. Bazı kesimler belli bir model çerçevesinde felsefenin oluşturulmasını istediklerini, ancak modelin doğa bilimleriyle ilişkili olduğu ve felsefede modelin tartışmalı durumu nedeniyle karşı çıkmıştır. Model seçip uygulamaya koymak, felsefeye faydadan çok zarar verir. Yerli tek adama ya da filozofa bağlanarak felsefeyi kalkındırmak isteyenler, gerçekçi bir temelden hareket etmediklerinden, bu tutum, felsefe için de toplum için de faydalı değildir. Felsefenin iyiliği için yapılan çalışmaların, felsefeye daha çok zarar verebildiğini, bunun sorumluluğunun da, tekelci ve tek yanlılıktan uzak felsefe yapanların omuzlarında olduğunu bildirmiştir. Ona göre bir ülkedeki felsefe, o ülkenin konuştuğu dile bağlıdır. Bizim için felsefe, Türkçe dile getirilendir. Bu bağlamda dilin iyi kullanılması ve Türkçe bilincinin artırılması gerekmektedir. Felsefenin gelişmesine katkı sağlayan bir başka unsur, Türk felsefesinin dünya felsefesine açık tutulmasıdır.[6]”
Dönemin felsefecilerinin felsefenin durumuyla alakalı olarak söylediklerini vermeye çalıştık. Gökberk ve Mengüşoğlu’na nazaran Uygur felsefeyi teknik anlamı çerçevesinde sorgulamış, felsefenin yapısı hakkında çeşitli görüşleri ortaya koymuştur.[7]
İlk Cumhuriyet kuşağı felsefecisi sayılabilecek olan Macit Gökberk ile birlikte felsefe içindeki yerimiz, problemimiz ve felsefeden asıl ne beklediğimiz “ilk kez” açık bir biçimde ortaya çıkar. Felsefi bir kültür, ancak felsefe tarihiyle, Batı’nın yaptığı yolculuğun bir tekrarı ile oluşturulabilir. “Din” yüzünden gecikmiş bir felsefe, Gökberk’de, Hegel’in ruhuyla yol alan, “sondan sonraki trenle” evine dönmeye çalışır.[8]
Macit Gökberk Değişen Dünya Değişen Dil adlı eserinde vurguladığımız tavrını çok net ortaya koymaktadır:
“İnsan topluluklarının hayat planları tarih içinde zaman zaman değişirler. Hayat planlarının bu değişmesine devrim diyoruz. Devrimlerde bir hayat planı bırakılır, bunun yerine bir yenisi konulmaya çalışılır. Bizim kendi devrimimizde yaptığımız da bundan başka bir şey değildir. Varoluşumuzu bir zamanlar biçimlendirmiş olan bir varlık planını bırakıp bir yenisine yöneldik, şimdi bu yenisini gerçekleştirmeye uğraşıyoruz. Bıraktığımızın iddiası ne idi? Şimdi benimsemeye çalıştığımızın göz önünde bulundurduğu nedir?
Bunları hiç olmazsa iddiaları bakımından ele alırsak şunları görürüz: Bıraktığımız hayat planı varlığımızı öbür dünyaya göre ayarlıyordu. Öbür dünya değer ölçüsünde olunca da, bu dünyadaki hayat bir gölge hayat olur, asıl gerçek hayat olmaz. Burada insan, az veya çok, doğal varlığını yadsımaya gider: İçgüdülerini baskı altında bulundurur, yaşama sevincini duymaktan kaçar. Bundan dolayı da kendisi, içinde bulunduğu doğal çevreye sadece uymaya çalışır, bunun verdiklerinden başkasını aramaya kalkmaz. Dünyanın çatışmaları içinden geçerken, öbür dünyadaki her şeyi uzlaştırmış olan kurtuluşu özler. Burada insan kendini ağırlık merkezi kendisinde olan bir varlık diye anlamaz, kişiliğini bilmez; o, sadece, Tanrı’nın kuludur, sayısısız örneklerden bir örnektir.”[9]
Görüldüğü üzere Gökberk tamamen felsefenin metafizik anlamının üzerini örtmekte ve Türkiye’ye dayatılmaya çalışılan pozitivist felsefenin izlerini yansıtmaktadır. Gökberk şöyle devam ediyor:
“Yeni yöneldiğimiz hayat planı ise büsbütün başka türlü bir insan varlığını gerçekleştirmeyi göz önünde bulunduruyor: Buradaki insanın anayurdu bu dünyadır; bu insan, bu dünyadaki hayatı bütün bolluğu, bütün renkliliği ile yaşamak ister. Bu yaşama iştihası da onu doğal çevresinde hazır bulduklarıyla yetinmemeye götürür; bu yüzden o, doğal çevresinin sınırları dışına taşar, bunun üstünde kendi yaratması olan, boyuna gelişen bir tabakayı yükseltir. Bunu yapabilmek için de doğanın güçlükleri karşısında boynunu büküp teslim olmaz, bunlara meydan okur, bunlarla çetin bir savaşa girişir, bunları yenebilmek için zengin bir teknik geliştirir, maddenin içinde saklı olan makineyi ortaya çıkarır. Onun için teknik, sadece, bir para, bir bilgi işi değildir. Teknik, insanın dünya karşısındaki duruşu ile sıkı sıkıya ilgilidir: Bu dünya soluk bir gölge ise, burada insan gelip geçici bir misafir ise, o zaman bulduğumuza razı oluruz, o zaman hayatımız bir çöl bitkisinin sefaletine katlanmalıdır. Öyle değil de varlığımızın gerçek taşıyıcısı ise, o zaman, içinde yaşamanın sevincini tadabilmek için onu kendimize uydurmaya, kendimize göre düzeltmeye çalışırız. Böyle bir varlık programında insan örneklerden bir örnek değildir, biricik bir görünüştür, bağımsız bir kişidir, Tanrı bile onun kişiliği için bir engeldir.”[10]
Gökberk’in yaklaşımı, tamamen ontolojik anlamda maddesel alana ilişkin olmakla birlikte insanı et ve kemiğe hapseden, onun düşüncesini de dünya evinin dört duvarı arasında episteme etme girişimidir. Daha da ileri giderek Tanrı kavramını insana rağmen olarak ele almıştır.
Şimdi başa dönecek olursak; çalışmamızın başında da belirttiğimiz gibi, Türkiye’de felsefe hareketinin durağanlaştığı, Türk-Osmanlı toplumu çerçevesi içinde özgün felsefesel düşüncelerin ortaya çıktığı, yeni görüşlerin ortaya atıldığı görülmemektedir. Bu dönemde, eski felsefesel düşüncelerin şu ya da bu biçimde tekrarıyla yetinilmiş; ya da dinsel düşüncenin ve bağnazlığın ağır basması dolayısıyla, felsefeye güvensizlik gösterilmeye başlanmış ve felsefesel çaba da, batınî akımlar ve tasavvuf içinde kılık değiştirip gizlenerek varlığını sürdürmek zorunda kalmıştır. Felsefe, tehlikeli ve boş bir çaba olarak görülmüş; İslam tanrıbilimi (ilahiyatı) olarak niteleyebileceğimiz “kelâm”ın açıklamaları, bu dönemde, özgür düşüncenin ve felsefesel arayışın yerine geçmiş; mutlak doğrular olarak kabul edilmiş, dinsel inanç ve düşünceyle birlikte, ideolojik dünyayı oluşturmuştur. Gerçek felsefesel düşünceye duyulan bu güvensizlik, başka birçok yazar ve şairin yapıtlarında (örneğinMevlânâ’da) görüldüğü gibi, Nâbî’nin şu mısralarında da açıkça dile gelir:
“Hikmet-ü felsefeden eyle hazer
Evliya zümresine eyle Nazar”
Demek ki Türk-Osmanlı toplumunda kelâm ve dinsel düşünce; felsefenin yerine geçmiş; felsefe tehlikeli ve kaçınılması gereken bir çaba olarak görülmüştür. [11]
Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ise felsefe, yukarıda verdiğimiz kesitlerden de anlaşılacağı üzere; Batılılaşma akımı içerisinde ortaya çıkan görüşlerle sınırlı kalmıştır.
Batılılaşma hareketinin, Osmanlı İmparatorluğunu hem paylaşmak hem belli bir biçimde ayakta tutmak isteyen kapitalist Avrupa devletleri ile onlara boyun eğen içerdeki yönetici ve sömürücü zümre ve kadroların etkilerini ve egemenliklerini sürdürmek amacıyla giriştikleri bir hareket olduğu, bilimsel araştırmalarla iyice gösterilmiştir ve bizde ancak son yıllarda açıkça söylenebilmektedir. Batılılaşma, bizde, egemenliklerini yeni ekonomik ve tarihsel koşullara uydurmak ve pekiştirmek isteyen sınıf ve zümrelerin ideolojik silahıdır. Bu akımın nesnel ve ayırt edici özelliği, gerçek ve köklü ıslahat hareketlerine (reformlara) girşmeden “ıslahat” yapmak, “ devrimci” hareketin gereklerini yerine getirmeden “devrimler” yapmaktır. Başka bir deyişle Batılılaşma, olmayan şeyi oluyormuş gibi gösteren, örten, başka kılığa sokan ideolojik ve aldatıcı bir görüştür. Türkiye’nin Batılılaşma ile kalkınacağına gerçekten inanan ve içtenlikle çaba harcayan kimselerin bulunması, bu gerçeği değiştirmez. [12]
Ahmet İnam’ın Deneyen felsefe adlı eserinde yaptığı şu tespit Cumhuriyet dönemi ve sonraki kuşağın felsefe algısını özetlemesi bakımından manidardır: “Ülkemizde son zamanlarda tehlikeli bir eğilim görmekteyim. Düşünmeye çabalayan insanlar, inanışları ve dünya görüşlerini haklı çıkarmak için felsefeyi sömürüyorlar. Hegel, Yapısalcılık, Post-modern düşünürler, Hermeneutik akım, Bilim Felsefecileri, onları oluşturan kültürel ve tarihsel serüven göz ardı edilerek, kullanılmaya çalışılıyor. Aydınlarımız, ne denli bilgili, ne denli “allâme” olduklarını kanıtlamak için, tez elden çevrilmiş Batılı örneklerin üzerine üşüşüp, ahkâm kesiyorlar. Herkes filozof, herkes bilim hakkında, metin yorumu, dil-dünya ilişkisi, zihin-beden bağlantısı üzerine ahkâm kesiyor. Amaç felsefî bir serüven yaşamak, araştırmak anlamak değildir artık; amaç, kanıtlamaktır. Haklı olduğunu kanıtlamaktır.”[13] Bir kez, filozof tavrının uzağında kalarak, kavram yaratma, kavramların iç işleyişine uzak düşerek uğraşılan felsefenin kültürümüze yararı olmaz. Taklitçiliğin, aktarmacılığın ne felsefeye ne de savunmaya kalktığınız dünya görüşüne bir faydası vardır. Felsefe yapmadan, felsefe geleneği ile hesaplaşmadan, onun kavramlarını içselleştirip yaşayışımıza katmadan, felsefeyi kullanmaya kalkma sömürüdür. Felsefeyi ve kendimizi.”[14]
SONUÇ
Size ait kavramlarınız size ait üslubunuz varken ve durağanlaşmış da olsa bir geleneğiniz varken, Batının tarihini sanki kendi tarihinizmiş gibi sahiplenip onların karanlık çağ olarak nitelendirdiği çağı kendi karanlık çağınız olarak addetmek ve bu minval üzere bir felsefe yapılanması içine girmek aydınlanmaya doğru bir açılım olmaktan çok, kendi ışığını cılızlaştırıp hatta söndürmekten başka bir şey olarak nitelendirilemez.
Batı kendi geçmişiyle hesaplaşarak şimdi sahip olduğu konuma gelmiştir. Yalnız Batı’daki bir kopuştan ziyade gelenekle hesaplaşmaydı. Ayaklarını bastığı zemini yadsıma değildi. Cumhuriyet döneminde geleneğe yaklaşım oryantalist bir üslupla olduğundan, dinin mevcut olduğu bir felsefenin olamayacağı düşüncesi hakim olmuştur. Dil ile dinin ayrılması da bu anlayışın içeriğine eklenebilecek anektodlardandır. Elimizden geldiği ölçüde kıyaslamalı olarak vermeye çalıştığımız dönemin felsefe algısı en nihayetinde; aydınlanmanın Batılılaşmayla mümkün olduğunu iddia eden, dini, aydınlanmanın ışığını söndüren bir rüzgar gibi telif eden kendi kültürüne yabancı olan (çünkü geçmişten tamamen bir kopuşla “ilk kez”lik iddiasına sahip) ve sonuç olarakta ithal malzemeyle inşa ettiğini sandığı köşkün aslında derme çatma bir gecekondu olduğunun farkında olmayan bir zihni yapıya dayanmaktadır.
Kaynakça
Ahmet İnam, Deneyen Felsefe, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul, 2008
Ayhan Bıçak, Türk Düşüncesi II Kaygılar, Dergah Yayınları, İstanbul, 2010
Dücane Cündioğlu, Felsefenin Türkçesi, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2004
Macit Gökberk, Değişen Dünya Değişen Dil, Kredi Yayınları, İstabul, 1997
Recep Alpyağıl, Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-Ek-İ Kurmaya Çalışmak, İz Yayınlık, İstanbul, 2010
Sevgi İyi, Cumhuriyet Döneminde Aydınlanma ve İnsan Felsefesi, Toroslu Kitaplığı, İstanbul, 2006
Zeynep Direk, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Yeni Bir Kavrayışa Doğru; Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu, Metis Yay., 2.Baskı, İstanbul, 2001
[1] Sevgi İyi, Cumhuriyet Döneminde Aydınlanma ve İnsan Felsefesi, Toroslu Kitaplığı, İstanbul, 2006, s. 50-51
[2] Dücane Cündioğlu, Felsefenin Türkçesi, Gelenek Yayınları, İstanbul, 2004, s. 45-47
[3] Ayhan Bıçak, Türk Düşüncesi II Kaygılar, Dergah Yayınları, İstanbul, 2010, s. 510
[4] Bıçak, A.g.e., s. 510
[5] A.g.e., s. 510-511
[6] A.g.e., s. 514
[7] A.g.e., s. 515
[8] Zeynep Direk, Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek Yeni Bir Kavrayışa Doğru; Türkiye’de Felsefenin Kuruluşu, Metis Yay., 2.Baskı, İstanbul, 2001, s. 70
[9] Macit Gökberk, Değişen Dünya Değişen Dil, Kredi Yayınları, İstabul, 1997, s. 44-45
[10] A.g.e. s. 45-46
[11] Recep Alpyağıl, Türkiye’de Bir Felsefe Gelen-Ek-İ Kurmaya Çalışmak, İz Yayınlık, İstanbul, 2010, s. 572
[12] A.g.e., s. 572-573
[13] Ahmet İnam, Deneyen Felsefe, Yeni İnsan Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 29
[14] A.g.e., s. 29