ÖZET
Bilgi ile ilgili bir çok husus İlk çağlarda birtakım filozoflar tarafından ele alınmış olsa da bilginin bir felsefî alana dahil edilmesi, modern dönemin başlatıcısı olarak tabir edilen Descartes tarafından gerçekleştirilmiş olarak kabul edilir.
Biz bu çalışmamızda Descartes’ın bilgi felsefesini kaynağını ve temellendirilişini izaha girişeceğiz.
DESCARTES VE BİLGİ TEORİSİ ÜZERİNE
Hayatına dair:
Descartes, “Ne bilebilirim?” sorusunu -ve yanıtta son derece kararlı bir kesinlik arayışını- üç yüzyıl boyunca batı felsefesinin merkezine yerleştirdi. René Descartes, 1596’da Fransa’da doğdu. Cizvitlerin elinde felsefe ve matematik dahil mükemmel bir eğitim aldı. Daha sonra, doğduğu yer olan Poiters’deki[1] Poiters Üniversitesi’nden mezun oldu. Parlak bir öğrenci olarak, çeşitli savların çoğunun geçersiz olduğunu fark etmekle birlikte, çoklukla neye inanacağını bilemedi. Kendi dediğine göre, eğitimini tamamlamak için orduya katıldı ve hiçbir savaşa tanık olmamakla birlikte Avrupa’yı köşe bucak dolaştı. Bu yolculuklar ona insanın dünyasının kitaplarda anlatıldığından çok daha çeşitli olduğunu ve çelişkilerle dolu olduğunu öğretti. Emin olabileceğimiz, kesin olarak bilebileceğimiz bir şey olup olmadığı sorusu kafasına böyle takıldı.[2]
Hollanda’ya yerleşti. O sırada Hollanda Avrupa’nın en geniş ifade özgürlüğüne sahip ülkesiydi. Descartes, araştırmalarını felsefe, matematik ve bilim alanlarında sürdürerek insan düşüncesinin temellerini burada incelemeye burada girişti. Kabaca 1629-1649 arasında niteliği çok yüksek özgün eserler verdi. Felsefede en önemli eserleri, 1637’de yayımlananYöntem Üzerine Konuşmalar ile 1641’de yayımlanan Meditasyonlar’dır. 1649’da İsveç Kraliçesi Kristina, kendisine felsefe öğretmesi için Descartes’ı Stockholm’e davet etti. İsveç’in sert kışları yüzünden ciğerlerinden hastalanan Descartes 1650’de öldü.[3]
Bilgi Felsefesine dair
Descarstes ve hayatı ile ilgili genel bilgiler verdikten sonra Descartes epistemolojisine geçebiliriz.
Descartes’ın bilgi felsefesine başlarken bilginin tanımıyla başlamak uygun olacaktır. Evvela felsefi anlamda bilginin tanımını verirsek deriz ki; insan bilme etkinliğinde bilen; yani özne; karşılaştığı nesneler ise bilinen; yani objedir. O halde, bilme etkinliği, özne (bilen) ve nesne (bilinen) arasında oluşan süreçtir. Böyle bir etkinliğin sonucunda çıkan ürüne debilgi adı verilir.[4] Descartes’ın bilgiye yaklaşımına bakacak olursak; yazıları boyunca ileri düzeyde ve ulaşılması emek gerektiren bir bilgi kavramı geliştirir. İlk yapıtı olan Regulae veyaAklın İradesi İçin Kurallar’da, onun felsefesinde teknik bir terim haline gelmiş olan scientiakavramını ortaya koyar. Bu sözcük, Latincedeki bilmek fiili scire’den türetilmiştir ama Descartes’çı programda başka bir çağrışımı daha vardır ki, insan bilişinin tüm nesneleri kuşatan birleşik bir bilim’e ulaşmayı amaçlamaktadır –bu program (daha sonra Yöntem’ de ifade edileceği gibi) “aklı doğru bir şekilde kullanmaya ve bilimlerdeki doğruluğu aramaya” yönelmektedir. Regulae’ deki Kural II scientia’yı ‘kesin ve apaçık bilgi’ olarak tanımlar ve bize yalnızca olası olan tüm inançlarımızı yadsımamız gerektiğini ve “yalnızca yetkinlikle bilinebilen ve kuşkulanılması olanaksız olan inançlarda karar kılmak” gerektiğini söyler.[5]
Descartes Metafizik Düşünceler’in birinci bölümünde, sahip olduğumuz ve doğruluğuna inandığımız bilgilerin geçerliliğini ve dayanaklarını sorgulayarak şüphe etmekle başlar. Ardından hakîkate ulaşmak için güvenli ölçütün ne olabileceğini sorar.[6] Metot Üzerine Konuşma’ya sağduyunun herkese eşit paylaştırılmış olduğunu söyleyerek başlayıp, sonra aklımızı doğru kullanabilmenin yöntemlerini bulduğundan bahisle devam eder.[7] Aklı Yönlendirme Kuralları bulduğu bütün bu yöntemlerin listelenmiş halidir. Birinci kural “ zihni önüne çıkan bütün sorunlarda doğru ve sağlam yargılarda bulunmaya yöneltmek” düstûrudur.[8] Felsefenin İlkeleri’nde birinci bölümün başlığı, İnsan Bilgisinin İlkeleri’dir.[9] İşte bütün bu örnekler Descartes’ın felsefeye varlık veyahut ahlâk felsefesinden ziyade bilgi felsefesiyle başladığını gösterir. Descartes, eserlerine bilgi problemleriyle başladığı gibi, ilerleyen kısımlarda da bu sorunlar üzerine tartışarak getirdiği çözümlerden bahsetmiştir. Bilindiği üzere, Descartes’ın eserlerini kaleme aldığı dönemde sistemli bir bilgi felsefesi ve ona ait belirlenmiş sorular yoktur. Onda çocukluğundan beri var olan doğruluğundan emin olunan bilgilere ulaşma ve bununla ilgili yöntemler geliştirme iştiyâkı, onu doğal olarak bilgi felsefesine yönlendirmiştir. Bu yüzden Descartes’ın doğru ve kesin bilgilere ulaşma hususundaki çabası ve bu tür meseleleri felsefenin merkezine alması, onun bilgi felsefesinin, felsefede ayrı bir disiplin haline gelmesindeki katkısını ortaya koyar.
Descartes çocukluğundan itibaren bilme ve sağlam temeller üzerine bilgiyi kurma tutkusu içindeydi. Onu matematik ve fizik alanlarında bir bilim adamı, felsefede daha çok epistemoloji ve metafizik alanında kendi temellerini kurmaya çalışan bir filozof olarak görmekteyiz. Descartes bütün bilimlerin bir bütünlük oluşturduğuna inandığı için, matematikçi yönü ile filozof yönünü birleştirerek, ortak bir yöntem kullanma yoluna gitmektedir.
Yöntem öngörülen amaca götüreceğini düşündüğümüz yoldur. Yöntem için çeşitli tanımlar yapılabilir. Bu tanımlamalar yöntemi bir amaca vardıran ya da vardıracağını sandığımız yolların –elbette en kısa yolların- tümü diye belirleyecektir. Örneğin “soyut anlamda: düşünülmüş ve önceden belirlenmiş bir tasarıya göre kendini ortaya koyan bir eylemin özyapısı. Somut anlamda: belirlenmiş bir sonucu tutumlulukla sağlamaya adanmış yolların tümü.” “Belirlenmiş bir sonuca varma yolunda yerine getirilecek bir dizi işlemi önceden düzenleyen ve kaçınılması gereken bazı yanılmaları haber veren çalışma tasarısı.”
Descartes’çı yöntem anlayışı da yukarıda belirtmeye çalıştığımız genel yöntem anlayışından ayrılmaz. Descartes, yöntemi uzun uzun tanımlamak yerine ondan ne anladığını açık açık anlatma yolunu tutmuştur. Descartes’çı bilgi yönteminin özü, basit ve kolay yollarla kesin ve apaçık bilgiler sağlama olarak belirlenebilir. Descartes’çı bilgi yöntemi, bütün bilgi alanlarında karmaşığın basite indirgenmesini, anlaşılması zor görünenin anlaşılır kılınmasını, bunun olabilmesi için de bir bütünün teker teker ögelerine ayrılarak önce en basit ögenin belirlenmesini sonra da ondan teker teker öbürlerine doğru yürünmesini öngörür. “Bütün yöntemin gizi şurada: her şeyde özenle en mutlak olanı belirlemek.”[10]
Descartes’da bilgi yöntemini belirleyen üç zihin işlevi ya da eylemi vardır: bunlar, sırasıyla sezgi, tümdengelim ve tümevarımdır (sayma). Sezgi bir anlık bir yöneliş içinde, basit mutlak, kesin, apaçık, ilk temel nitelikli doğayı ya da bilgiyi kavrar. Bizi bu bilgiden matematik çıkarım yoluyla yeni bilgilere götüren tümdengelimdir. Tümdengelimin ortaya koyduğu ya da araştırmakta olduğu bir bütünsel bilgi içinde ögeleri (terimleri) ayrı ayrı ve yeniden görerek ilgiyi ayakta tutan ve böylece belleğin yapmakta eksik kaldığı işi yapan sayma’dır. Bu eylemlerin dışında hiçbir bilgi edinme yolu yoktur ve bunu aramak yanlışa gitmek olur. Bilgi edinmede tek yöntem, basit doğruları bulup onları temel olarak almak ve onlarla onların bağlı olduğu bilgiler arasındaki ilişkileri kavramakta belirlenir.[11]
Descartes bu zihin işlemlerini Yöntem Üzerine Konuşma’nın I. bölümünde şöyle dile getirir:
“Kanunların çokluğu genellikle adaleti engeller, öyle ki bir devlet sadece birkaç iyi uygulanan kanununu olduğunda en iyi şekilde yönetilir; benzer şekilde, mantığı ortaya çıkaran çok sayıdaki kanunun yerine, kesin ve tereddüt duymadan her zaman açıkça onlara uyma kararı almam şartıyla, aşağıdaki dört kanunun bana tamamen yeterli olacağı kanısındaydım.
İlki, kesin olarak öyle olduğunu bilmiyorsam hiçbir şeyi doğru olarak kabul etmemekti; yani, aceleci sonuçlardan ve önyargıdan dikkatle sakınmak ve şüphe duymama neden olması için, kararıma, aklıma temiz ve açık seçik sunulanlardan başkasını katmamak. İkincisi, incelediğim sorunları mümkün olduğu ve tam bir çözüme ulaşmak için gerekebileceği kadar çok parçaya ayırmak. Üçüncüsü, küçük küçük ve adım adım daha karmaşık bilgiye yükselebilmem için, en basit ve en kolay bilinebilen nesnelerle başlayarak; ve bir düzeni yokmuş gibi görünen nesnelere bile bir düzen vererek, düşüncelerimi sistemli bir şekilde yürütmek. Ve son olarak, her seferinde listeleri o kadar tam ve gözden geçirmeleri o kadar kapsamlı yapmalıyım ki, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadığımdan emin olabileyim.”[12]
Descartes’ın uyguladığı bu yöntemin ilk ve en önemli adımı şüphedir. Onun şüpheciliği malum septik şüpheden tamamen farklıdır. Aslına bakılırsa Descartes’ın ulaşmak istediği nokta da zaten şüphecileri de susturacak şekilde felsefede sağlam temeller kurmaktır. Bu temelleri inşa edebilmek için o, gerçekleştirdiği yöntemli şüphe uygulamasını zorunlu görür. Nihayetinde bütün şüphelere son verecek bir kesinlik arayışı içerisine girer. Bu arayışının basamakları şu şekildedir:
Öncelikle felsefe geleneğini inceler ve gördüğü şey filozofların anlaşmazlık içinde olduğudur. İlkesel olarak filozofların söylediklerinden şüphe etmenin mümkün olduğunu düşünür.
Daha sonra ise doğrudan ve dolaysız deneyi önüne koyar. Çıplak gözle kilise kulesine ya da bir bölümü suya batmış şu ağaca baktığımda der, elbette duyularımın dolaysız tanıklığına güvenebilirim. Ama araştırma sırasında doğrudan gözlemin bizi sık sık yanılttığı ortaya çıkmaktadır. Gündüz altın gibi parlayan, günbatımında kızıllaşan şu kilise kulesi, diğer zamanlarda gri görünmektedir. Suya girdiği noktada eğik görünen şu dalın, sudan çıkartıldığında düz olduğu görülüyor. Dolayısıyla onlara ne kadar doğrudan baksam da aklım ne kadar uyanık ve tetikte olsa da, gerçekte şeylerin bize göründüğü gibi olduklarından asla emin olamayız, der.[13]
Sonra diğer adıma geçer. Bu adım Descartes’ın rüya hipotezi olarak da bilinir. Hayatı canlandırıyormuş gibi görünen şeyin tamamen bir rüya olabileceği olasılığıdır. O, rüyaların en azından harekete geçirici deneyim kadar canlı olabildiklerini gözlemlemişti. Uyandığımız zaman, rüyada gördüğümüz yer ve koşullarda olmamanın şaşkınlığını hissederiz. Rüyalarımızda, uyandığımız zaman genellikle yanlış bulduğumuz şeylere inanırız. Kısacası rüyalar bizi yanıltabilir. Ancak rüya görme ya da uyanık olma deneyiminde, neyin ne olduğunu bize anlatacak bir şeyin olması gerekmiyor. Öyleyse şuanda rüya görmediğimizi nasıl söyleyebiliriz? Eğer bunu söyleyemiyorsak, mevcut deneyimimiz boyunca şekillenen inançların tümü belki de yanlıştır. Ve eğer hep rüya görmüşsek, belki de şu ana kadar oluşturduğumuz inançlar yanlıştır. Descartes’ın ihtiyaç duyduğu tek şey, tüm bilinçli deneyimin rüya deneyimi olma olasılığıdır. Çünkü eğer bu olasılığı devre dışı bırakamıyorsak, şeylerin gerçekte deneyimden nasıl bağımsız oldukları bağlamında bilinçli deneyimi güvenilir bir kılavuz kabul edemeyiz. Hiç kimse “şunu rüyamda gördüm; öyleyse doğru olmalıdır” demeyecektir; peki nasıl olur da herhangi biri, daha güçlü bir gerekçeyle, “şunu gördüm; öyleyse doğru olmalıdır” diyebilir; eğer bildiğimiz anlamdaki görmek rüya deneyimi ise?[14]
Descartes bu aşamada rüyada mı yoksa gerçekten uyanık mı olduğumuzu sorar. Bunu belirlemek için kesin bir ölçütümüz yoktur. Uyanık olduğumuzu belirleyen ölçüt, uyanık olduğumuzu düşünmemizdir, fakat uyanık olduğumuzu düşündüğümüzü de düşlüyor olabiliriz.
“Şimdi hakikatin mutlak kaynağı olan, gerçek bir Tanrı’nın değil de, güçlü olduğundan daha az aldatıcı ve kurnaz olmayan bir kötü cinin beni aldatmak için bütün zanaat ve marifetini kullandığını farz edeceğim. Yer, gök, renkler, şekiller, sesler ve gördüğümüz dışımızdaki bütün şeylerin, bu cinin safdilliğime tuzak kurmak için kullandığı yanlış ve aldatıcı hayaller olduğunu zannedeceğim. Kendime de ne bir eli, ne gözleri, ne eti, ne kanı ve ne de bir duygusu olmadığı halde bütün bunlara yanlış olarak malik olduğunu sanan biri gözüyle bakacağım ve bu fikre inat edercesine bağlı kalacağım; ve eğer bu vasıta ile hiçbir hakikatin bilgisine ulaşmak gücüm dahilinde değilse, hiç olmazsa hükmümü talik etmek iktidarım dahilinde kalacaktır.”[15]
Descartes şüphe edilmezlik arayışında neredeyse umutsuzluğa kapılmak üzereyken, şeytanca bir niyetle değneği başka bir yöne eğer. Bendeki bütün yanlışların ve bütün yanılsamaların, benim bilmediğim, tek amacı beni aldatmak olan ve üzerimde insan üstü bir güç uygulayabilecek –beni uyutabilecek, sonra uyanıkken olduğu kadar canlı rüyalar görmemi veya gördüğüm her şeyin başka şeymiş gibi görünmesini sağlayabilecek ya da iki kere ikinin beş ettiğine beni inandırabilecek- daha yüksek bir ruhun varlığından kaynaklandığını varsayalım, der. Böylesine kötü bir ruhun bile beni hakkında aldatmayacağı bir şey var mıdır?[16]
Sonunda Descates’ın kuşkusu şu apaçıklık noktasına gelir dayanır: Her şey boş olsa bile, bu her şeyin boş olduğunu düşünebilen ben’in herhangi bir şey olması gerekir, bir başka deyişle her şeyin varlığı tartışma götürebilir ama her şey’in varlığından kuşkuya düşen ben’in varlığından kuşkuya düşülemez, çünkü varlığı öylesine sağlam, öylesine kesin duyulan bir şeydir ki o, olumsuz kuşkucuların en saçma kanıtlarıyla bile sarsılamaz, öyleyse bu temel, bu ben temeli, bir felsefe kurmak için ilk temel olarak, çok sağlam bir ilk temel olarak, birinci ilke olarak alınabilir. Böylece uzun aramalardan sonra Descartes bir cogito ergo sum(düşünüyorum öyleyse varım) temeline ulaşır.[17]
Yöntem Üzerine Konuşma’da yine Descartes felsefenin gidişatını etkileyecek olan bu düşünceyi özetler. Ve gelenekten devrimci bir ayrılışla, Descartes bu fikirleri hem anlaşılır hem de okunabilir hale getirir. Son derece özgün felsefî anlayışları herkesin anlayabileceği açıklıkla taşımak nasıl mümkün oluyor? Bu sorun felsefenin birçok büyük zekasını alt etmiştir. Platon bu sorunu, felsefesini yemekli toplantılar muhabbetleri gibi sunarak çözdü. Nietzsche, Almanca yazılmış en parlak, keskin ve güçlü düzyazıyı kaleme alarak çözdüğünü sandı ama megalomanisi saf delilik haline döndü. Wittgenstein, TV çağının ilgi sürecine uygun, iki satırlık parlak sözler yazarak sorunun etrafında dolaşmaya çalıştı; ama bunları felsefî tartışmalarla desteklemeyi reddetti. Descartes bu sorunu aşmayı en basit ve bilinen yöntemle başardı.
Açık otobiyografik yazısıyla nasıl düşündüğünü ve süreç içerisinde aklına gelen fikirleri anlatır. O okuru, karlarla kaplı Bavyera’ya ve hayalini gördüğü zamana götürerek başlar. “Kış geldi ve kendimi ilgi duyulabilecek bir topluluğun olmadığı bir yerde buldum. O zamanlarda ilgi veya ihtiraslar tarafından tedirgin edilmiyordum, böylece günümü düşüncelerimle yalnız kalabileceğim sobada geçirmeye başladım.” Sürekli ve kararlı şüphecilikle çevremizdeki bütün dünyanın örgüsünü nasıl yok edebileceğimizi anlatır. Kesin hiçbir şey kalmaz. Bütün evren, kendi bireyselliğimiz ve hatta kendi varoluşumuz bile bir hayal olabilir. Hiçbir şeyi kesin olarak bilebileceğimiz bir yol yoktur. Bir tek şey dışında: Kendim ve dünya hakkında ne kadar yanılmış olursam olayım, reddedilemeyecek bir şey var: Düşünüyorum. Tek başına bu bana varlığımı kanıtlar. Felsefedeki en ünlü sözle Descartes sonuca varır: “Cogito ergo sum” (Düşünüyorum, öyleyse varım.)[18]
Her düşünüldüğünde zorunlu olarak doğrulanan Cogito, aslında yadsınılmazlığını teyid etmek için gerekli olan dikkatin “varlığıyla” sınırlıymış gibi görünmektedir. Kendi düşüncesinin ısrarlı takipçisi olan Descartes, şu itirafta bulunmaktadır: “Benim, ben varım”: bu kesin, ama ne zamandan beri? Besbelliki düşündüğümden beri; zira muhtemeldir ki, artık düşünmediğim takdirde varolmayabilirim de.” Burada, düşüncenin varlığı sona ermeden ben’den ayrılamayacağı sonucuna varılmaktadır, o düşünen bir varlıktır.[19]
Burada sonuç olarak anlaşılabilecek en temel nokta; Descartes düşünen bir ben’e ulaşmada şüpheyi yöntemsel olarak kullanmış ve bilgiye ulaşmıştır. Yalnız bu bir tür tasımsal akıl yürütmeyle gerçekleşmiş değildir. Bu sezgisel bir çıkarımdır. Descartes’a göre sezgi zihinde veya akılda hiçbir kuşkuya yer vermeden en açık ve seçik kavrayış türüdür. İnsan zihni sezgi ile bir takım doğrulara varabilir. Sezgisel kavrayış doğrudan olan bir düşünmedir. Bu nedenle duyumlara veya tasımsal akıl yürütmeye ihtiyaç duymaz. Sezgisel kavrayışla bulunan en açık ve kesin önermeleri Descartes, tümden gelimsel akıl yürütme ile başka önermelere geçiş yapmanın gerekliliği üzerinde ısrarla durur. Elimizde doğru, kesin ve zorunlu tümel önermeler varsa, tümden gelim akıl yürütme ile sonuç çıkarmak olanaklıdır. Çıkan sonuçlarsa tümden gelimsel düşünmenin özelliği gereği doğru ve zorunludur. Matematik ve mantıkta kullanılan bu akıl yürütmeyi felsefesinde kullanarak, felsefeyi de doğru ve zorunlu bilgiler topluluğu yapmak istemektedir.[20]
Böylelikle ilk doğru bilgisini elde eden Descartes için sırada, aynı ölçütü kullanarak bilincinin dışına çıkıp yeni doğrular bulmak ve ilk etapta Tanrı’yı kanıtlamak vardı. Çünkü bir Tanrı kanıtlaması yapmadığı sürece zihindeki idelerin kaynaklarından, yani dış dünya ve onun nesnelerinden söz edebilmesi imkansızdı. Descartes cogitosundan şüphe götürmeyecek biçimde emin olmasını sağlayan şeyin ne olduğunu bulmaya çalışarak işe başlamıştır. Buna göre insan duyularla bilgisini elde edemediği, deney ve gözlem yoluyla ulaşamadığı birtakım doğuştan fikirleri beraberinde getirir; matematiksel bilgiler gibi Tanrı fikri de bunlardan biridir; sezgi ile bilinen a priori bir fikir. Tanrı, kendisinden daha yetkin olanı düşünülemeyen, ezeli-ebedi, bağımsız, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten mükemmel yaratıcıdr. Bu sıfatlar bile dış dünyada bu özelliklere sahip hiçbir şeyin deneyimlenemeyeceğinden dolayı Tanrı fikrinin doğuştan geldiğinin kanıtlarıdır. Descartes Tanrı’nın varlığını ontolojik olarak kanıtlarken adım adım ilerlemiştir. Düşünceler de dahil olmak üzere her şeyin bir nedeni olması gerektiğini vurgular; insan zihninde de açık ve seçik bir Tanrı düşüncesi bulunduğuna ve bu düşüncesinin nedeni Tanrı’dan daha eksik ya da ona daha az uygun bir şey olamayacağına göre Tanrı vardır. Nitekim Descartes, doğaya bakarak etken nedenden kaynaklanan bir Tanrı kanıtlaması yapmıştır.[21]
Descartes, maddi dünyanın da varlığına ulaşmak zorundadır. Kendisinin ve Tanrı’nın varlığını kanıtlamıştır. Peki duyularımızın kaynağı olan maddî dünya gerçekten var mıdır, onun var olduğuna, kötü bir cinin bizi kandırmadığına nasıl inanabiliriz? Bunun için öncelikle kötü cin varsayımının ortadan kaldırılması, Tanrı’nın varlığı ve yetkinliğinin yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir. Eğer var olan Tanrı insanı aldatmıyorsa, buradan hareketle maddi dünyanın varlığına yönelebiliriz.
Descartes Felsefenin İlkeleri’nin birinci bölümünde: “Bizi yaratanın her şeye gücü yetse, hattâ bizi aldatmaktan zevk duysa bile, yine biz kendimizde bir hürriyetin varlığını duymaktan geri kalmayız. Bu öyle bir hürriyettir ki, onunla biz, istediğimiz zaman iyice bilmediğimiz şeylere inanmaktan sakınmak suretiyle aldanmamızın önüne geçebiliriz.” der.
Descartes, kendimizi hür hissetmemizin yine bizi yaratan mutlak gücün bir aldatması neticesi olabileceği faraziyesi üzerinde durmaz. Çünkü gerçekten bir mutlak güç tarafından yaratıldığı ve bu manada varlığımızı istediği gibi yarattığı, isteyince de bize aldatıcı bir tabiat bile verdiği fikri, yaratıldıktan sonra, ondan ayrı olduğumuz, onunla aramızda müşterek hiçbir şey bulunmayacak derecede bir varlığa sahip olduğumuz fikrini ihtiva ediyor.[22] Buradan hareketle diyebiliriz ki Tanrı’dan ayrı bir varlık alanı olduğu fikri Descartes’ın yukarıda belirttiği hür irade fikriyle ortaya çıkmaktadır. Bu alan da “ben” dışındaki diğer varlıkları da kapsamak zorundadır. Bizdeki varlık fikri Descartes’a göre bizden bağımsız bir dış dünyanın varlığını gerektirir ki; bu da, Descartes’ın nedensellik düşüncesi üzerine dış dünyayı oturttuğunu göstermektedir ve nitekim o, maddi dünyanın varlığına bu şekilde ulaştığına inanmaktadır.
Şimdi ise; düşünen cevher ve bilen özne olarak “ben” konusuna ve ardından kavrayan özne ve kavranan nesne ilişkisine temas edeceğiz.
Descartes, ‘zihin’ ya da ‘ruh’ terimini bilinçli, ‘düşünen ben’e işaret etmek için kullanır.[23] “Düşünüyorum, öyleyse varım” sonucuna ulaştıktan sonra ‘var olan ben’ üzerinde soruşturmalara girişir. Bu araştırmalara sonucunda görür ki, ‘ben’ bedeni ve yeri olmayan, hiçbir yere ve maddî bir şeye bağımlı olmayan, bütün özü ve doğası düşünmek olan bir cevherdir. Bu ben, ya da zihin, “kendisiyle ne ise o olduğum ruh”, bedenden bütünüyle farklıdır. Hatta ruhun bilinmesi bedenden daha kolaydır. Beden ortadan kalksa bile ruh kendi varlığıyla kalıcıdır. Ama Descartes’a göre insan yani insan ruhu sonludur dolayısıyla eksiklidir. Onun eksikli oluşunun yani yetkin olmayışının en büyük kanıtı şüpheye düşmesidir. Ben eksiksiz yani tam bilen ya da tam yetkin bir varlık olsaydım –ki tam bilmekle yaratık olmak çelişiktir- kuşkuya düşmeyecektim. Tam bilen varlık kuşkulanmaz. İnsan bir hiçlik değildir ama hiçliğin karşıtı olan yetkinlik de değildir. İnsan Tanrı’yla hiçlik arasındadır. “…ben Tanrı’yla hiçlik arasında bir orta yer’im, yani yüce varlıkla yokluk arasına konmuşum. Sonsuzluğu olan bir şey olmakla Tanrı’ya, sonluluğu olan bir şey olmakla hiçliğe katılabilirim. Ama ben ne tam bir sonsuzluğum, o zaman Tanrı olurdum, ne de hiçliğim, yalnızca yetkin olmayan bir yaratığım. Hem Tanrısal bir şey var bende, hem de hiçlikten bir şeyler almışım.”[24] diyerek ben kavramını ruh beden ilişkisi içerisinde ortaya koymaktadır.
Daha sonra ise kavrayan özneye; “..dış dünyadaki şeyleri tanıdığımı söylediğim zaman, ben ancak bu şeylerin fikirlerini tanıdığımı söylemek istiyorum. Doğrudan doğruya tanıyamıyorum, çünkü o şeyleri bedenim aracılığıyla tanıyorum, üstelik sonlu olan ruhumda tanıyorum. Onlarda açık ve seçik olarak neyi tanıyorum? Bu şeylerin zihnime kendilerini sunan fikirlerinden ya da düşüncelerinden başka hiçbir şeyi tanımıyordum. Şimdi de bu fikirlerin bende bulunduğunu yadsımıyorum.”[25]diyerek vurgu yapar.
Descartes ‘ben’ mülahazalarından sonra balmumu örneği ile nesneleri nasıl bildiğimiz üzerinde durur. Balmumu, kovandan yeni çıktığı zaman, içinde taşıdığı balın güzelliğini ve tadını henüz kaybetmemiştir. Kokusu, rengi ve şekli vardır; soğuktur, katıdır, şekil alabilir, üzerine vurulsa ses çıkarabilir. Bir cisim olabilmek için gerekli sıfatlara sahiptir. Sonra onu ateşe yaklaştırınca, kokusu uçar, rengi, görüntüsü değişir, hacmi büyür, sıvı hale geçer, şekil almaya elverişli halden çıkar. Fakat bütün bu değişikliklerden sonra da ona hala balmumu deriz. Duyular yoluyla edindiğimiz özelliklerin hepsi değişmiş olmasına rağmen, ona hala balmumu dememizi sağlayan nedir? Duyuların bize verdiği özellikleri ondan uzaklaştırırsak geriye “uzamlı, eğilip bükülen ve hareket eden” bir şey kalır. Fakat uzama ait değişmeler o kadar çoktur ki onları muhayyile ile değil ancak müdrike ile kavrayabiliriz. Balmumunu idrak eden fiil ise ne görüş, ne dokunuş ne de tahayyüldür, onun idraki zihin görüşü ile gerçekleşir.[26]
Nesneleri kendileri olarak kavrayamayız, fakat zihindeki doğru yapılar sayesinde nesneler ile ilgili doğru bilgilere ulaşmak mümkündür. Descartes, zihnimizdeki içeriklerin dış dünyadakilerle aynı olmayıp, benzerleri olduğunu ve duyuların şeyler hakkındaki idrakinin karışık ve karanlık olduğunu söyler. Fakat aynı zamanda bu idrakte açık ve seçik kavranan şeyler de vardır. Nesnenin büyüklüğü, şekli gibi özel durumların dışındaki teorik geometrinin konusuna giren şeylerde bu idrakte bulunur. Daha az açık ve seçik olan Güneş’in büyüklüğü ve şekli, ışık, ses, acı gibi açık olmayanfikirlerin varlığına rağmen, Tanrı aldatıcı olmadığı ve insanların yanlışa düşmesine müsaade etmeyeceği için kesin bilgilere ulaşabiliriz.[27]
Bu durumda nesnelere ait doğru bilgilere ulaşmamızı sağlayan Tanrı’nın aldatıcı olmama özelliğidir. Tanrı anlama gücü (akıl) ile nesnelerden edindiğimiz suretleri açık ve kesin bilgilere dönüşterebilme yeteneğini de bize vermiştir.
SONUÇ
Sahip olduğumuz bütün bilgilerden şüphe etmek, bu şüpheyi hiçbir açık kalmayacak şekilde bütün alanlara uygulamak va asla şüphe edemeyeceğimiz, tam güvenilir bir başlangıç bilgisi aramak, daha önce hiç yapılmamış bir şeydir. Descartes şüpheyi septiklerden farklı olarak bir araç olarak kullanarak, belirli zihin işlevlerini farklı aşamalarda kullanarak evvela kendisini yani malum ‘ben’i bulmuştu ve bu dayanağın sarsılmaz inancıyla Tanrı ve aleme ulaşmayı sistematik bir biçimde başarmıştı. Kendisinden önce sistematik anlamda bir bilgi felsefesinden söz etmek pek mümkün olmasa da; en azından kendisinden sonrakilere, Descartes şu sözleriyle bilgiyi arayanlara yol göstermektedir:
“…fikirlerimizin çeşitliliği bazılarımıza daha fazla mantık bahşedilmiş olmasından değil, sadece düşüncelerimizi değişik taraflara yönlendirmemiz ve aynı şeylere ilgi göstermiyor olmamamızdan gelir. Çünkü iyi bir akla sahip olmak yeterli değildir; esas olan onu nasıl doğru dürüst uygulayacağımızı öğrenmektir. En iyi akıllar en büyük hatalara olduğu kadar en iyi erdemlere muktedirler ve genellikle en yavaş yol alanlar, doğru yolu izledikleri sürece, acele edip yoldan ayrılanlardan daha iyi ilerlerler.”
Kaynakça
A.Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa, 2009
Afşar Timuçin, Descartes’çı Bilgi Kuramının Temellendirilişi, Bulut Yayınları, İstanbul, 2000
_________ , Descartes Felsefesine Giriş, Kuram Yayınları, İstanbul, 1999
Ahmet Cevizci, Onyendici Yüzyıl Felsefe Tarihi, Asa Kitabevi, Bursa, 2007
Bryan Magee, Felsefenin Öyküsü, Çev. Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, Ankara, 2000
Charles Adam, Descartes Hayatı ve Eserleri, Çev. Mehmet KARASAN, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1963
Descartes, Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Aramak İçin Metod Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997
__________ , “Birinci Düşünce”, İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1998
__________ , Felsefenin İlkeleri, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1988
Genevieve Rodislewis, Descartes Et Le Rationalisme; Descartes ve Rasyonalizm, Çev. Haldun Karyol, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993
John Cottingham, Descartes Sözlüğü, Çev. Bülent Gözkan, Vdğr, Sormal Yayınevi, İstanbul, 1996
Laberthonniere, Descartes Üzerine Tetkikler, Çev. Mehmet Karasan, Maârif Basımevi, Ankara, 1959
Paul Strathen, 90 Dakikada Descartes, Çev. Murat Lu, Gendaş Yayınları, İstanbul, 1998
Tom Sorell, Descartes Düşüncenin Ustaları, Altın Kitapları, İstanbul, 2002
Online Kaynaklar
http://www.belgeler.com/blg/154t/descartes-in-bilgi-kurami-descartes-s-epistemology
http://www.wright.edu/cola/descartes/meditation6.html
[1]“ René Descartes, Saint-Georges de la Haye, Papazlığının (paroisse) kütüğündeki kayda göre, 3 nisan 1596 tarihinde vaftiz edilmiştir veya daha doğru olarak “önce kaydedilenle aynı günde vaftiz edilmiştir.” O da 3 tarihini taşımaktadır. Sonraları, bir portresinin çevresine yazılmak üzere şu malûmat verilmiştir: “31 Mart 1596 da La Haye en Touraine’de doğmuştur.” Aradan, iki yüz elli küsür yıl geçtikten sonra, yani 1854’te bu küçük kasabada değil de, bir kır ortasında doğduğu ileri sürülmüştür: Anası Châtellerault’dan La Haye’ye giderken, yolda ağrıları gelmiş, Fallot çayırı denilen yerde, bir çukurun kenarında çocuğunu doğurmuştur: Bütün bunlar Descartes’in Poitou topraklarında doğduğunu ispat etmek için ortaya atılmıştır. Kendisi de her zaman Poitou Beyi veya asılzadesi (gentilhomme de Poitou) olduğunu söylemiştir.” Daha fazla bilgi için bkz. Charles Adam, Descartes Hayatı ve Eserleri, Çev. Mehmet KARASAN, Milli Eğitim Basımevi, Ankara, 1963, s. 5
[2] Bryan Magee, Felsefenin Öyküsü, Çev. Bahadır Sina Şener, Dost Kitabevi, Ankara, 2000, s. 84
[3] Magee, A.g.e., s. 84
[4] A.Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi, Asa Kitabevi, Bursa, 2009, s.16
[5] John Cottingham, Descartes Sözlüğü, Çev. Bülent Gözkan, Vdğr, Sormal Yayınevi, İstanbul, 1996, s. 45
[6] Descartes, “Birinci Düşünce”, İlk Felsefe Üzerine Metafizik Düşünceler, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul, 1998, s. 141-150
[7] Descartes, Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Aramak İçin Metod Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 3-5
[8] Descartes, Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Doğruyu Aramak İçin Metod Üzerine Konuşma, Çev. Mehmet Karasan, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1997, s. 19
[9] Descartes, Felsefenin İlkeleri, Çev